5 Kasım 2009 Perşembe

Elif Şafak/AŞK



Sana uzaktan bir göz kırpar “Gel” der, “Gel hadi. Aradığın bende! Ne sorusunu, nede cevabını henüz bilmediğin bir sürü şey var bende, içinde benimle birlikte açılacak yeni kapılar, yeni gözler var! Hadi, beni al ve oku!”

Ne zaman bir kitapevine veya bir sahafa gitsem içimde hep bu sesi beklerim. Bana göz kırpacak bir kitabı ararım. Elif ŞAFAK’ın “AŞK” ta bu kitaplardan birisidir. Beni uzunca bir süre çağıran, aldıktan sonrada “sadece bana bir gün ayır ve beni içine çeke çeke oku” diyen bir kitap.

Öyle de yaptım ve kitabı bir günde okudum bitirdim. En son bölümün ilk kelimeleri olan “Bişrev! Dinle!” yi okuduğumda içimde bir şeylerin harekete geçtiğini, yeni kapıların ve gözlerin açıldığını şaşırarak hissettim.

AŞK’ın içindeki kitap olan “AŞK ŞERİATI”nda yer alan ve herkesin okuyup, içine özümsemesi gerektiğini düşündüğüm “Gönlü Geniş ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı” nı sizlerle paylaşmak istiyorum. Ama öncelikle;
Biz dile söze bakmayız. Gönle hâle bakarız,
Edep bilenler başkadır,
Canı ruhu yanmış âşıklar başka.
Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır.
Âşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de.

Mevlâna Celaleddin Rumi
Mesnevi, cilt II, sayfa 133


Birinci kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesindir çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sen de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
İkinci kural: Hak Yolu’da ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!
Üçüncü kural: Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manasıdır. Sonraki Batıni mana. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.
Dördüncü kural: Kainattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.
Beşinci kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını.”Aman sakın kendini” diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:”Bırak kendini, ko gitsin!”
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler
ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte vardır.
Altıncı kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.
Yedinci kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.
Sekizinci kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.
Dokuzuncu kural: Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker bibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
Onuncu kural: Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey, Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.
Onbirinci kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminde bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.
Onikinci kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.
Onüçüncü kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.
Ondördüncü kural: Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?
Onbeşinci kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldur. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.
Onaltıncı kural: Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.
Onyedinci kural: Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar köü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
Onsekizinci kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır.
Ondokuzuncu kural: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değil. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.
Yirminci kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
Yirmibirinci kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hak’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.
Yirmiikinci kural: Hakiki Allah Aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.
Yirmiüçüncü kural: Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet veriri, ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıktan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerde.
Yirmidördüncü kural: Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksu düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir kalife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.
Yirmibeşinci kural: Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkiside şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.
Yirmialtıncı kural: Kainat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzün güldürebilir.
Yirmiyedinci kural: Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk
gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak.
Senin gönlün değişirse, dünya değişir.
Yirmisekizinci kural: Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu an’ın hakikatini yaşar.
Yirmidokuzuncu kural: Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.
Otuzuncu kural: Hakiki Sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez. Kusur örter.
Otuzbirinci kural: Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.
Otuzikinci kural: Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldı ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!
Otuzüçüncü kural: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.
Otuzdördüncü kural: Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir.Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.
Otuzbeşinci kural: Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrıya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.
Otuzaltıncı kural: Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer.
O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan!
Otuzyedinci kural: Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.
Otuzsekizinci kural: “Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?” diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık. Her an her nefeste yenilenmeli.
Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.
Otuzdokuzuncu kural: Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir kırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, he şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her Sufi için bir Sufi daha doğar.
Kırkıncı kural: Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımlarım doğurur. AŞK ‘ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.

………..


Aslında her şey Aziz’in Ella’ya söylediği gibi; “Tesadüf diye bir şey mi var?”


…………

18 Ağustos 2009 Salı

Çay, Simit ve Peynirle...


Özellikle ağacın altındaki bankı seçmişti. Gözlerini kısmadan denize bakmak istiyordu. Güneş ışığının bile onu rahatsız etmesine tahammülü yoktu.
Ne de olsa bir haftadır deliler gibi koşturmuştu, biraz dinlenmeyi hak etmişti. Akşama ya da en geç yarın sabaha çocukları gelecekti. Onların en sevdiği yemekleri hazırlamıştı, dolmalar, tatlılar, börekler… Her şey onların en sevdiklerindendi, dolabı tıka basa doldurmuştu. Gelir gelmez içecekleri sıcak çorbayı bile daha biraz önce çevirmiş, evden öyle çıkmıştı.
Ne kadar güzel çocuklardı, Allaha tekrar şükretti onları verdiği için.
Daha öğlen olmamıştı, güneş tam karşısındaydı ama ağacın koca yaprakları güneşi engelliyordu. Her şey ışıl ışıl ve o kadar netti ki… Denizin kokusunu içine çekti, uzunca bir ohhhh dedi. “Hey gidi dağların kızı, sen ne zorluklardan ne savaşlardan galip çıktın, dağların her mevsimini gördün defalarca, hiç akıllanmadın yinede, yinede vazgeçmedin o kayalıklardan, yamaç kenarlarında ki çiçeklerden, kardan, buzdan, fırtınadan… Şimdi çek içine şu sakin, masmavi denizin kokusunu, çek ki için rahatlasın bi, çek ki tüm yorgunluğunu unut, umutlarının nasıl güzel çiçek açtığını bir daha gör ….”
Deniz kenarında ki küçük camekan arabanın içinde simit satan çocuk yaklaşıp “simit alır mısın teyze, çayımda taze” diyene kadar onu hiç fark etmediği fark etti. Çocuk “teyze” demişti, içinden hafifçe gülümsedi, “ver bakalım hadi, ama simit gevrek olsun…Peynirinde var mı?”, “tabi ki teyzeciğim, buyurunnnn, çayınız, simidiniz ve peyniriniz, size afiyet olsun…”
Latife Hanım her zamanki gibi yine içten gülümseyerek “sağol oğlum” dedi..
Birden aklına Nazım Hikmet’in “Basit Yaşayacaksın” şiiri geldi…İçinden mırıldandı biraz…

Basit yasayacaksın, basit.
Sanki yasamın bir gün sona erecekmiş gibi basit. . .
ÇAY , SİMİT VE PEYNİRLE…

Ne güzel demişti Nazım, ne güzel mısralardı onlar. Şiiri tekrar en baştan okudu içinden, hayat buydu işte, basit ve yalın yaşanmalıydı, yalansız, dolansız. Simidinden bir parça kopardı, peynirden de, öyle lezzetli gelmişti ki tadı. Üzerine çayını yudumladı biraz, ne zamandır bu kadar lezzetli bir şey yemediğini fark etti, çayını hemen bitirip, bir çay daha istedi.
“Belki de” dedi kendi kendine, “basit yaşadığım içindi kimsenin beni anlamaması, hayatın keşmekeşliğinin altındaki o basitliği görmem ve yaşamamdı… Bana her şeyin içinde ki o basitliğin yettiğiydi, fazla bir şey istememem, bir gülüşün, bir sarılışın bana dünyalara bedel olmasıydı. Yaşadıklarım basit değildi, çok savaşlar verdim, çok yıprandım ama hiç yılmadım, çünkü olayların özünü, içindeki basitliği görebiliyordum, bunu kimse anlamasa da, ben çok iyi anlıyordum, değiştirmeye de hiç niyetim yoktu.”
“evet, buldum, işte her şeyin sebebi bu…”
Büyük bir zafer kazanmış gibiydi, kendini tutamadı bir kahkaha atıverdi, etraftan bir iki kişi garip garip baktı, simitçi çocuk ise gözleri parlayarak “teyze bir çay daha vereyim mi?” dedi, ona da güldü, “ver hadi oğlum, çok güzel olmuş çayın, beni ne mutlu ettin sen bugün, farkında mısın?”. Çocuk aslında hiçbir şey anlamamıştı, ama maharet sanki kendindeymiş gibi öyle bir gururlandı ki, “olsun, garibim de mutlu olsun” dedi Latife Hanım içinden, güzel bir sözle birilerini mutlu etmenin neyi kötüydü ki, gülmenin neyi kötüydü ki, birinin yüzünde güllerin açmasının neyi kötüydü ki….
Güneş iyice tepeye çıkmıştı, ağacın dallarının arasından güneş kendine vurmaya başlamıştı, hemen bankın diğer yanına geçti, başına güneş geçirtipte bu güzel günü mahvetmeye hiç niyeti yoktu.
Birden, sağ tarafından ellerine ve üzerine küçük su damlaları sıçradı, gözleri hemen ellerine kaydı, kırışmışlardı artık. Ama üzerinde lekeler yoktu, hep korkardı onunda ellerinin üzerinde küçük kahverengi lekeler oluşacak diye. Elleri hala zayıftı, biraz kemikliydi, ama hala düzgündü, tırnakları her zaman ki gibi kısaydı. Hayatı boyunca sadece birkaç yıl, genç kız olduğu zamanlar tırnaklarını uzatmış ve oje sürmüştü, sonra doğallığın en güzeli olduğunu fark etmiş ve bir daha ne tırnaklarını uzatmış ne de oje sürmüştü.
Yanda ki bahçe sorumlusu ondan özür dileyene kadar suyun nerden geldiğine bakmamıştı bile. “Kusura bakmayın, fıskiyeyi ayarlarken birden size döndü, istemeden oldu” çok mahcup olmuştu, ne de olsa yaşlı başlı bir kadını ıslatmıştı. “Önemli değil evladım, ne zamandır ellerime bakmamıştım, bak sayende onlara tekrar baktım” dedi. Birden hafızasında geçmişten bir gün canlandı;
Daha çok gençlerdi, otuzlu yaşların en başında, kızına hamileydi. Tatile gitmişlerdi, öyle bir sıcak vardı ki, nefes almak bile imkansız gibiydi. Çarşıdan alacakları bir iki şeyi alıp eve dönüyorlardı, birden önlerinde ilerleyen itfaiye aracını görmüşlerdi. Yolları ıslatıyordu. Eşiyle aynı anda birbirlerinin gözüne bakıp, hadi demişlerdi, hemen arabanın camlarını sonuna kadar açıp, itfaiye aracının yanından yavaş yavaş kahkahalar atarak geçmişlerdi. Buz gibi su arabanın içine ve onların üzerine öyle bir sıçramıştı ki, hemen geri dönüp bunu bir daha yapmışlardı, sonra bir kere daha. İtfaiye aracını kullanan kişide onlara bakıp gülüyordu. Eve geldiklerinde, arkadaşları onların bu halinin ne olduğunu sormuş, gülmekten anlatamamışlardı. Arabanın içi de, kendileri de öyle bir ıslanmıştı ki, ama onların umurlarında bile olmamıştı…
Küçük su damlacıkları… Şimdi bir iki damla su üzerine sıçramış ne olacaktı ki, hele de güzel bir anıyı zihninde canlandırmışsa….Bahçe görevlisine “teşekkür ederim” dedi, “sana çoookk teşekkürler”, görevli anlamsızca bakındı, başını hafiften eğip “bişey değil” dedi. Bu parkta çok görüyordu böyle garip yaşlıları, hep anlamsız şeyler söylüyorlardı, sonra da kendi kendilerine gülümseyip, tekrar denizi izliyorlardı. Yine onlardan biri diye düşündü, belki bende bir gün böyle olurum, ancak o zaman anlarım onların ne demek istediklerini dedi içinden. Doğrusu pekte takmadı, işini yaptı uzaklaştı oradan.
Evliliklerinin ilk 11 yılı çok güzel geçmişti, birbirlerini çok seviyorlardı, çok güzel anlaşıyorlardı, mutlulardı, geziyor, eğleniyor, hayatın tadını çıkarıyorlardı, birbirlerinin gözlerine baktıkları zaman konuşmalarına bile gerek kalmadan birbirlerini anlıyorlardı. Ancak bir gün sihirli bir değek onlara dokunmuş ve hayatlarını yavaş yavaş alt üst etmeye başlamıştı. Ellerini neye atsalar kurumaya başlamıştı, eşi çok fazla alkol kullanıyordu, ona engel olamıyordu, borçlar her geçen gün daha da büyüyor, alacaklılar, bankalar, gözlerini açamıyorlardı. Dayanıyorlardı, bu da geçecek diyorlardı hep, biz üstesinden geliriz. Aradan yıllar geçti, yoktu, düzelen hiç bir şey yoktu… O en başlarda sıkındı dedikleri günler meğer sefa günleriymiş o zaman anlamışlardı. Deliler gibi çalışıyordu ikisi de, gezmeyi tozmayı kesmişler, arkadaşlarla gidip gelmeler azalmış, eşinin alkolü çoğalmış, her geçen gün daha da çoğalmıştı… Söyleyememişti kimselere, anlatamamıştı, saklamıştı hep, korumuştu onu. Eşinin annesi babası yoktu, onu öyle bir kollamıştı ki sanki kendi çocuğuymuş gibi, ona alkolik olarak değil, hasta olarak bakmıştı hep. Eşi sürekli olarak eve geç vakitlerde ve ayakta duramayacak durumda geliyordu, ama en azından sağ salim geliyordu. Artık onun içmesinden çok eve sağlam gelmesi onu ilgilendirmeye başlamıştı. Çünkü hiç söz dinlemiyordu artık, dışarı hep arabayla çıkıyordu, ya kaza yaparsa, ya ona bir şey olursa, ya başkalarına zarar verirse korkusu daha ağır basıyordu. Eşi defalarca kaza da yapmıştı, borçlarının üzerine borçta katmıştı, sadece kimseye zarar vermemişti.
Defalarca elektrikleri, suları kesilmiş, maaşlarına icralar gelmiş, eve gelecek hacizleri hep kıl payı döndürmüşlerdi. Evde her şey bitmişti, yağ, süt, makarna hiçbir şey yoktu, bugün çocuklarıma ne pişireceğim diye düşünürdü hep, ama yinede bir şekilde onları doyuracak bir şeyler çıkarırdı, onları mutlu etmek için elinden ne geliyorsa yapardı, çocukları da hep gördü bunları, hep bilirlerdi annelerini.
Zaman zaman ağlardı, dayanamazdı, kimseye diyemezdi, anlatamazdı varken nasıl böyle yok olduklarını, kimsenin acımasını istemezdi, üzülmesi de. Kendi kendine yollar bulurdu sürekli, hayata bağlanacak yollar, derdini anlatabileceği yollar. Gizliden gizliye sıkıntılarını bir günlüğe yazmaya başlamıştı, gözü gibi saklıyordu onu. Kimselere anlatamadıklarını kendine anlatıyor, öyle rahatlıyordu. Bazen sabahlara kadar uyumadan işe giderdi, gözleri şiş. Sorana uyuyamadım derdi, kimseyle çok konuşmazdı, hele özel konuları anında değiştirir, günlük sıradan şeylere çeviriverirdi konuşmayı. Çünkü kendinden konuşulduğu an göz yaşlarına sahip olamazdı. Çokta kızardı bu haline, “aciz misin, topla kendini” derdi, “güçlü ol, sen her şeye dayanabilecek güçtesin, seni hiç bir şey yıkamaz, sen dünyanın en tatlı iki çocuğuna sahipsin” derdi. Kendini iyice işine vermişti artık, bütün gün başını kaldırmadan çalışıyor, böylece hiçbir şey düşünmeye vakti kalmıyordu. En azından günün 8 saati kendini bu konulardan soyutluyordu.
Defalarca eşiyle ayrılma noktasına gelmişlerdi, ama yapamadı, onu bu hallerde bırakamadı, onunla geçen onca güzel ve mutlu günleri bir kenara atamadı, onu anlayan tek kişinin kendisi olduğunu bile bile onu yüzüstü bırakamadı. Belki hiç bir şey mükemmel değildi ama en azından birbirlerini çok iyi anlayan iki ev arkadaşı olmuşlardı.
Latife hanım elimi göğsüne doğru götürdü, sanki biraz sıkışmıştı, yüzünü hafiften ekşitti, derin derin nefes aldı. Yanında ki sudan biraz içti. Yok bunları geçmeliydi, güzel olanları hatırlamalıydı….
Hafiften rüzgar esiyordu, eskiden olsa o uzun dalgalı saçlarını nasıl havalandırırdı, bir eliyle şimdi saçlarını düzeltiyor olurdu. Ama olsun kısa da olsa saçları, yine rüzgar tarıyor, hem de denizin kokusuyla beraber. Gözlerini kapayıp rüzgara bıraktı kendini, yüzünü saçlarını rüzgarın yalamasını hissetti. Gözlerini açınca aklına hemen çocukları geldi, ne güzel şeylerdi onlar, ne kadar hayırlı evlatlardı, hayatında ki en güzel armağandı ikisi de, hele torunları onlar ise küçük meleklerdi… Yüzü onları düşünürken yeniden gülmeye başladı, gözleri bile daha canlı bakıyordu, ışıl ışıl.
Hava kararmaya başlamıştı, kim bilir kaç saattir buradaydı, hiç fark etmemişti zamanın nasıl geçtiğini. Hoş bugün bir ömrünün nasıl geçmiş olduğunu bile anlamamıştı, her şey sanki dün yaşanmış gibiydi, çocukluğu bile, halbuki seksen yaşını doldurmuştu, hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor demişlerdi, ne kadar doğruymuş meğer. Derin bir iç çekti, ama bu sıkıntıdan değildi, sadece ciğerlerinin tamamını havayla doldurmak istemesindendi.
“Offf dedi, şimdi Gülşen meraktan deliye dönmüştür, artık eve gitmeliyim”. Yerinden yavaşça kalktı ve ağır adımlarla eve doğru yol aldı.
Çocuklarını okutup, emekli olduktan sonra deniz kenarında küçük bir kasabaya yerleşmişti. Artık zor olan hiç bir şeyi istemiyordu, dinlenmek istiyordu. Yazlığı da en çok çocukları için almıştı zaten, yaz tatillerinde sıkılmadan gelebilecekleri bir yer olsun diye. Bazen çocukları geri döner, o torunlarıyla beraber tüm yazı geçirirdi. Yanına da kimsesiz bir kız almıştı, hem kendisine arkadaş olmuş, hem de her işine bakıyordu. Çokta iyi anlaşmışlardı, bir haftadır o da sanki kendi kardeşleri geliyor gibi canla başla hazırlık yapmıştı.
Eve geldiğinde Gülşen meraktan deliye dönmüştü. “Nerdesin Latife hanım, meraktan öldüm, neden telefonlarımı sürekli meşgule düşürdün, öldüm valla”
“Geldim işte, sen neler yaptın onları söyle, her şey tamam mı? Eksik yok di mi?”
“Yok, yok her şey tamam, acıktın mı? Kaç saattir yoksun ortada, ne hazırlayım sana?”
“Ben sadece çorba içeceğim, senin canın ne istiyorsa kendine onu hazırla, ama önce bir duş almak istiyorum, yoruldum, rahatlayım.”
Gülşen masayı hazırlayana kadar o duşunu aldı, eline, yüzüne kremlerini sürdü, saçlarını taradı, temiz ütülü kıyafetlerini giydi, beraber yemeklerini yediler. Gülşen hiç durmadan “çocuklarda aramadı, ne zaman gelecekler” diyip duruyordu, Latife hanım “merak etme, benim haberim var işte, bu gece yada en geç sabaha gelirler”
Yemeklerini bitirmişlerdi, Gülşen köpüklü bir kahve yapıp getirdi hemen, sohbet ederek kahvelerini yudumladılar. Latife hanım her zaman laf olsun diye fincanını ters çevirir, “bak bakalım Gülşen, bugün ne göreceksin” derdi. Fincanın ters çevrilmediğini görünce Gülşen şaşırdı, “bugün canın fazla laflamak istemiyor heralde “ dedi,
“Yok be Gülşen, ben çok yoruldum, ama keyfimde yerinde, sağol, ben şimdi biraz uzanacağım, sende çok yoruldun, dinlen biraz”
“Ama erken değil mi daha, hem çocuklar gelirse?”
“Gülşen tamammm, hadi sende dinlen.”
Odasına gitmeden önce dişlerini fırçaladı, sonra saçlarını tekrar taradı, artık boyamıyordu saçlarını, bembeyaz olmuştu ama ona çok yakışıyordu. Odasına girince çekmeceden çıkardığı iki zarfı komidinin üzerine koydu, ellerini zarfların üzerinde gezdirdi, biri oğluna, biri kızınaydı. Yanda duran bardaktan biraz su içti ve yavaşça yatağına uzandı…
Huzurluydu, mutluydu, her şeye rağmen, yaşadığı tüm zorluklara, kayıplara, kalbindeki küçük küçük yaralara rağmen, hayat çok güzeldi, yaşamak çok güzeldi….
Aslında her şey çok basitti, her şey sadece sevgiden oluşuyordu, her şey sadece seni seviyorum diyebilmekten geçiyordu….
Son kez gülümsedi…
Uykuların en derininin içine girmişti…..

……….

Sabaha karşı evin kapısı deli gibi çalıyordu, Gülşen koşarak kapıyı açtı, çocukların ikisi de koşa koşa merdivenlerden yukarı çıkıyorlardı.
“Gülşen söyle, annem, annem nerdeeee?????”








11 Ağustos 2009 Salı

Görmek İçin İnanmak Gerek


Bak!
Ellerim ellerinde,
Bedenim, sımsıkı sana sarılmış,
Başım göğsünde…

Bak!
Aynı nefesi paylaşıyoruz…
Senin ciğerlerinden dolaşıp
Tüm hücrelerinden geçen nefesi,
Taaa benliğime, en ücra hücrelerime kadar çekerken,
Verdiğim her nefesi sen tekrar alıyorsun…
Dakikalarca..
Hiç bunalmadan,
Hiç boğulmadan…

Bak!
Yine konuşmuyoruz.
Gözlerimizden anlıyoruz her şeyi,
Gülüşümüzden, dokunuşumuzdan…
Kokumuzdan, saçlarımızdan…

Bak!
Sanki hep yanımdaymışsın gibi
Yapmacıksız…
Sarılmalar, öpüşmeler…
Zamanın hiç önemi yokmuş gibi…
Sanki hiç ayrılmayacakmışız gibi…
Sanki hiç ayrılmamışız gibi…
Sanki hep varmışız gibi….

……….

Ama değil….
Aslında hiç var olmadık bile..
Belki de sadece inandık..
Olmasını dileyerek İNANDIK.


“Gözlerim kapalı bu aydınlık niye?/Kalbim dönüyor dünya gibi yine/Bildiğim bilmediğimin içinde/Anlamlı ama tarifsiz neden?/Neden benden ağır bu beden?/Anladım, aslolan inanmak için görmek değil görmek için inanmakmış.”

8 Nisan 2009 Çarşamba

Yağmurlu Bir Gün....


Günler nasıl geçiyor hiç fark etmiyorum. Artık Pazartesi sendromlarım yok. Neredeyse ki beş yıldır öyle bir sorunum olmamıştı zaten. Eski işyerimde izin günlerim hafta içi herhangi bir gün olurdu, hafta sonları da çalıştığım için Pazartesileri bana hep hafta ortası gibi gelirdi.

Yeni işime başlayalı 1 ay oldu. Sanki memuriyete yeni başlamış biri gibiyim. Her şey değişik, her şeyi en baştan öğrenmem gerek. Ama bu sefer daha bilinçliyim, gençlik yıllarındaki gibi değil hiçbir şey, artık bende toy değilim. Öğrenmem ve yapmam gereken her şeyi en eski halinden alıp, gelişimini takip ederek son halini en iyi şekilde kavramaya çalışıyorum. Acelem hem var, hem yok. Var, çünkü bir an önce bende yaptığım iş ile katkı sağlamak istiyorum. Yok, çünkü hiçbir şeyi üstten öğrenmek istemiyorum, her şeyi önce içime sindirmeliyim, ezbere olmamalı hiç bir şey. Hem öğrenmek benim en büyük zevkim, tadını çıkarmalıyım.

Arkadaşlarla konuşuyoruz bazen, “Alıştın mı? Nasıl?” diyorlar. “Evet” diyorum, “Alıştım, çok iyi”. Bilmiyorlar ki, ben kendimi bu şekilde hazırladım. Her şeyi iyi tarafından görmeye çalışıyorum. Olaylara bu şekilde bakıldığında doğal olarak çevrende aynı rahatlığa giriyor, ya da ben öyle olması gerektiğine inanıyorum. Birkaç gün önce birden, sanki hep burada çalışmışım gibi geldi, bu çok hoşuma gitti, demek ki benimsemiş ve benimsenmişim dedim. Başka bir kurumdan gelmiş olmam onlar için bir sorun yaratmadı. Ben onlardan ne öğrenebilirim diye uğraşırken, onlarda bende bir şeyler öğrenmeye çalıştılar, belli bir yere koydular. Bunlar gerçektende çok güzel şeyler.

İşyerim evime çok yakın, yaklaşık 700–750 m uzaklıkta, yürüyerek gidip gelebiliyorum. Hatta öğle araları bile rahatlıkla eve gelip, çocuklarımı görebiliyorum. Bu arada bahaneyle yürüyüşte yapmış oluyorum. Yol boyunca ağaçlar ve çimenler var, çimenlerin arasından beyaz ve sarı papatyalar çıkmış. Hiçbir zaman vazgeçemediğim yeşile bakarak yürümek çok keyif verici.

Bu sabah evden çıktığımda, yağmur yağıyordu. Hemen eve girip şemsiyemi aldım. Oldum olası yağmurda yürümek hoşuma gitmiştir. Aklıma hemen bir gün önceki arkadaşlarla sohbetimiz geldi, “Ankara’da yağmur yağıyormuş” demişlerdi, “kesin yarında buraya yağar” demiştik. Şemsiyenin altında yağmurun tadını çıkararak işe giderken düşündüm, dün Ankara’da ki yağmur, bugün burada. Dün onları ıslatırken, bugün bizi ıslatıyor. Birden çok hoşuma gitti, gülümsedim. Yağmurdan ağaçların ve çimenlerin yeşili daha da güzelleşmiş parlamıştı. Toprağın kokusu mis gibi etrafı sarıyordu. Yağmur damlaları şemsiyeye düştükçe içim mutluluk doldu. Yolun bitmesini hiç istemedim…

Yağmurdan ayrılmayı hiç istemedim….

6 Nisan 2009 Pazartesi

Kuralsız Uçuş....




Kuş olsam,
Uçsam…
Kanatlarımı her çırptığımda
Biraz daha yukarı…
Biraz daha yukarı…..

Rüzgârın soğukluğu,
Yüzüme öyle bir çarpsa ki…
Aniden uyansam…

Güneşin, rüzgârın değmediği
Tek bir zerrem kalmadan….

Rüzgâr tüylerimin arasında dolaşsa…
Hafifletse…
Öfkemi, çaresizliklerimi…
Bıraksam rüzgâra…
Uçup gitse hepsi…
Güneş, tüylerimi parlatıp, ısıtınca…
Kendim olduğumu,
Yaşadığımı…
Yeniden hissetsem…

Yukarı çıktıkça daha hızlı…
Daha hızlı…

En tepede…
Gözlerimi açıp….
Daha önce göremediklerimi…
Yukarıdan,
En dıştan…
İçinde ben olmadan…
Görebilsem….

Kendimi boşluğa öylece bırakıp..
Süzülsem, upuzun…
Kocaman kanatlarımı açıp…
Kahkahalar atarak,
Dağların, ovaların, nehirlerin üzerinden….
Güneş ve rüzgârla dans ederek…
Neşeyle…
Umursuzca….
Sadece ben…
Uçabilsem….

Bu uçuş tamamen kuralsız olmalı….


9 Şubat 2009 Pazartesi

Ağlamak Güzeldir...



Sabahtan bu yana aklımda bu şarkı dolaşıp duruyor. İçimden defalarca söyledim, sonra yetmedi dinledim, dinledim… Kendimden olmayan bir şeyler yazmak huyum değildir, ama bugün sizde bir kez dinleyin bu şarkıyı, kendinizi şarkının içine bırakın, alsın götürsün sizi de… Hatta bırakın gözyaşlarınızı, aksın, içinizi temizlesin… O kadar çok şeyi içimize atıyoruz ki, çoğu zaman kendimize itiraf etmekten korktuğumuz o kadar çok şey var ki, bırakın… Gözyaşlarınızla aksın… Gitsin hepsi… Bir kere olsun kendinizden saklamayın kendinizi…
Bu muhteşem şarkı için teşekkürler Sezen AKSU…

Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden
Sakın utanma
Ağlamak öfke, delice nefret
Doruklarda aşk, doyumsuz sevinç
Kahreden keder
Kısaca hayat ve nefesin birde nefesimdir
Ağlamak, şu gelip geçici dünyada
Her şeye rağmen var olmak demek
Ağlamak, yaşayan binlerce duygu
İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir
Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden
Sakın utanma
Ağlamak senin, kara dünyada
Hala sevdiğin ve hissettiğin
Tüm güzelliğin ve çirkinliğinle var olduğundur var olduğundur
Ağlamak, şu gelip geçici dünyada
Her şeye rağmen var olmak demek
Ağlamak, yaşayan binlerce duygu
İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir
Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden
Sakın utanma

Dönüm Noktası...


İnsan hayatında öyle dönüm noktaları oluyor ki. İlk başta bir şaşkınlık içinde bakınıyoruz, anlam veremiyoruz hiçbir şeye. Ama düşündükçe içinden iyisini de kötüsünü de çıkarıveriyoruz. Önemli olan olaylara kendimizi bırakıvermemek, duygularımıza kendimizi hemen teslim etmemek sanırım.
Bundan tam 1 ay 15 gün önce, 16 yıl boyunca çalıştığım iş yerimden ayrıldım. Yıllarca canla başla çalıştığım, çok sevdiğim işimden ayrılmak zorunda kaldım.
Şimdiye kadar Türk Telekom’da çalışanlar hakkında, onların nasıl çalıştıkları hakkında hiç kimsenin bir fikri yoktur sanırım.
Uzun yıllar işyerimde tek bayan teknik personel ben olduğum için kendimi kabullendirmek çok zor oldu. Yeri geldi erkek arkadaşlarımdan daha çok çalışmam gerekti, kendime bu bayan yapamaz, bu işi beceremez dedirtmemek için hep çalıştım, verilen işi hiçbir zaman yapamam demedim, zamanında, hatta zamanından önce yaptım. Tek başıma bütün santral binalarını dolaştım, görevim ne ise onu hakkıyla tamamladım. Eğitimler, seminerler…
Yeri geldi vardiyalı çalıştım, ben yapamam demedim. Haftada 6 gün Cumartesi Pazarda dâhil, bayram seyran demeden, özel gün demeden gözümü bir dakika bile kapamadan ABC (00–08, 08–16, 16–24) nöbetinde kaldım. 00–08 çalışırken çocuklarımı uykularında öpüp işe öyle gittim. Onlar yıllarca tek başlarına hazırlanıp okullarına, kreşlerine gittiler. 16–24 çalışırken, akşamları geceleri göremediler beni sabah onları okullarına öpe koklaya yolladım, gece eve geldiğimde uyumuş buldum. Yıllarca Cumartesi, Pazar beraber kahvaltı bile edemedik, ayda sadece bir Cuma gecesi gezmeye gidebilir veya birileri bize gelebilirdi. Onun dışında hep işteydim. Eşimde Telekom’da çalışıyordu, o da her gün ilçeye gidiş geliş yapardı. Sabah 7 de evden çıkar akşam 7–8 de eve gelirdi. Ve bunca fedakârlık, bunca çalışma hepsi bitti. Ama en çok da çocuklarımın yaptığı fedakârlıklar… Yıllarca sesleri çıkmadı, arada kızım “anne ben Telekom’u hiç sevmiyorum, çalışma orada artık derdi.” .
Ama hepsinden kötüsü çalıştığımız bunca zaman içinde “acaba sıra bana ne zaman gelecek?” düşüncesi, insanın içini yer bitirirdi. Çalışan hiç kimsenin yüzü tam gülmezdi, hep gelecek endişesi, sıra bana ne zaman gelecek korkusu…
Ve 25 Aralık günü sıra bana geldi. Sabah erkenden yazımı imzaladım, servisteki arkadaşlarımla son kahvaltımızı yaptık, işten ayrıldım. Eve giderken birden içimin kuş gibi özgür olduğunu hissettim “ özgürüm artık” dedim, “artık ne zaman sorusu yok içimde, artık sıra bana ne zaman gelecek korkusu yok, artık sıra geldi ve özgürüm”.
Ama en güzeli, beni en mutlu edeni kendimi kabullendirmiş olduğumu anlamamdı. Aynı gün yıllardır çalıştığım arkadaşlarımdan biri bana iyi bir yer önerdi ve süper bir referansla beni oraya yönlendirdi. Geçen hafta Ankara’da o iş için uğraştım, Bakanlık onayım çıktı ve şimdi atanmayı bekliyorum. Umarım hakkımda hayırlı olan bir yerdir ve yine umarım ki Telekom’da ki işimi sevdiğim kadar burada ki işimi de çok severim.
Her ne kadar kendimi üzmedim desem de bu arada kaç kere hastalandım, evden dışarı bile çıkmadım. Biliyorum ve hep öyledir benim hastalıklarım, hep canımı çok sıktığımda, bir şeyleri içime attığımda olur. Görüntüde hayattan kendimi koparmam ama birde içimi siz bana sorun.
İnanıyorum ki yeni işim hayatımın en güzel dönüm noktalarından biri olacak. Hiçbir emek karşılıksız kalmaz… Buna canı gönülden inanıyorum…


20 Ocak 2009 Salı

Uzak bir köy, asil bir kadın, Akgül...


Evin bahçesine doğru yönelince, kapının önünde bekleyen Akgül’ü gördü. Büyük ihtimalle Akgül onun geldiğini görmüş ve “acaba bana uğrayacak mı?” diye arada dışarıyı kontrol ediyordu. Zeliha gülümseyerek uzaktan el salladı. Şimdiye kadar Akgül’ü iki kez görmüştü, ama onu çok sevmişti.
Sanki yıllardır arkadaşmış gibi kucaklaştılar. Akgül, Zeliha’yı hemen içeri aldı, dış kapıdan girince ortada büyük bir sofa, hemen karşıda mutfak tezgâhı ve sofaya açılan dört tanede kapı vardı. Kapılardan biri oturma odasına açılıyordu ama Zeliha sofada ki yer minderlerini tercih etti, oraya oturdular. Akgül;
- Geldiğini gördüm, seni bekliyordum. Eğer gelmeseydin, yanına gelip seni buraya ben getirecektim.
- Buralara kadar gelip de sana uğramadan gider miyim hiç?
- Nasılsın Zeliha Hanım? İyi gördüm seni.
- İyiyim Akgül sağ ol. Bizim işler biliyorsun bitmiyor, baktım işçilerin kazım işleri uzun sürecek, biraz kendime mola verdim. Aslına bakarsan seni görmek, biraz sohbet etmek için geldim.
- Sağ olasın. Aç mısın? Çay, kahve ne alırsın?
- Eğer hazırda çayın varsa bir bardak içerim, başka bir şeye gerek yok.
O arada kızı Nurgül de odasından dışarı çıktı. Hemen hoş geldin diyip annesinin yanına kıvrılarak oturdu. Kedi gibi bir kızdı, sürekli annesine sokularak oturur, ya eli ya yüzü mutlaka annesine değerdi. Onyedi yaşındaydı, liseyi bitirmiş üniversiteye hazırlanıyordu. Üzerinde ona çok yakışmış olan bir kot pantolon ve t-shirt vardı. Şehir merkezinden oldukça uzak bir köydü burası, ama anne babası onun okumasını çok istiyordu.
Babası köyün muhtarıydı, oldukça ileri görüşlü, hoş sohbet ve köyü için gelecek hizmetleri destekleyen biriydi. Belki yaşlarının genç olması da buna bir sebepti, ama yine de her zaman böyle insanlarla karşılaşmak mümkün olmuyordu. Akgül’le birbirlerini severek evlenmişler, bir kız iki oğulları olmuştu. Ama Akgül kendisi gibi tek kız olan Nurgül’e çok düşkündü, kızını sürekli nazlandırıyordu, Nurgül de annesinden farksız bir şekilde onu nazlandırıyordu.
Akgül ile Zeliha’nın yaşları aynıydı, ama en büyük çocukları arasında on yaş fark vardı. Akgül sadece ilkokulu okumuş ve erkenden evlenmişti. Kızının okumasını ve çalışmasını çok istiyordu. Gerçi eşiyle çok mutlu olduğu her halinden belliydi, ama sanki okuyamamanın üzüntüsünü yaşıyor gibiydi. Kendisinin yapamadıklarını, kızının yapmasını istiyordu.
Nurgül çayları döküyor, onlar bir güzel sohbet ediyordu. Akgül’ün öyle güzel bir sohbeti vardı ki, onları izleyen biri olsa sadece birkaç kez görüşmüş olduklarını anlamazdı bile.
Zeliha arada çalıştıkları alana gidip yapılan işleri kontrol ediyordu, normalde hiçbir zaman iş bitene kadar oradan ayrılmaz, ayakta bekler, yapılan işi en ince ayrıntısına kadar takip ederdi. Ama yıllardan beri ilk kez aralarda kendine mola veriyordu. Bu Akgül’den kaynaklıydı, onda Zeliha’nın hissettiği bir şey vardı, bu asil bir ruhtu. Hem bedenen hem de ruhen bir güzelliği vardı Akgül’ün. Ruhunun güzelliği yüzüne vurmuş denen türdendi. Çok şey bilip az konuşan, mağrur, onurlu, asil bir güzellik, asil bir ruh.
Öğle saati yaklaşınca muhtar tüm çalışanları evine yemeğe davet etti. Akgül ne zaman o yemekleri pişirmiş, masayı hazırlamış Zeliha anlayamamıştı. Daha biraz önce beraber oturup çay içmişlerdi. Kendi kadar güzel ve lezzetli yemekleri büyük bir misafirperverlikle ikram etti. Karı koca hoş sohbet ve güler yüzle evlerine gelen misafirlerini bir güzel ağırladılar. Hem yapılan iş hakkında bilgi alıp, hem de ellerinden gelen yardımı esirgemeden köylerine verilen hizmeti takdir ediyorlardı.
Zeliha çalışma alanına geri dönünce, Akgül de onu yalnız bırakmıyordu. Yapılan işleri izliyor, çok fazla bir şey sormadan anlamaya çalışıyordu. Zeliha ilk kez bir köyde çalışmaktan bu kadar zevk almıştı. Artık işleri bitmişti, kim bilir bir daha ne zaman buraya tekrar gelecekti.
……….
Aradan iki yıl geçmişti, bir gün Zeliha’nın telefonu çaldı, ziyaretçisinin olduğunu söylediler. Zeliha merakla gelenin kim olduğuna beklerken, birden karşısında Akgül ile eşini gördü. Öyle sevindi ki, yine sarıldılar birbirlerine, kucaklaştılar. İkisinin de gözleri parlıyordu, hemen çaylar söylendi, hal hatır soruldu. Muhtar;
- Vallahi Zeliha Hanım, şehre geleceğimi duyunca Akgül bende geleceğim diye tutturdu, seni görmek istedi. Sadece senin için buraya geldi.
- Ne güzel etmişsiniz ama, nasıl mutlu oldum bilemezsiniz. Anlaşılan Akgül’le kalplerimiz karşılıklıymış, bende onu çok sevdim, ne zaman sizin köyden bahsedilse hep anlatırım sizi. Sayenizde köyünüzden de hep övgüyle söz ederim.
- Sağ olasın.
- Eeeee şimdi ben sizi yemeğe götüreceğim, eve gitmek için zamanımız yok ama dışarıda bir şeyler yeriz, sohbet ederiz. Ben Akgül’ün yemeklerini çok yedim, sıra sizde.
……….
İnsanlar arasında zaman, mekân, kültür farkı diye bir şey yok. Önemli olan insanların birbirlerini ruhen sevmeleri, anlamaları ve hissetmeleri. İnsanı insan yapan en büyük erdem, onun zenginliği, güzelliği, okumuşluğu, okumamışlığı, yaşam düzeyi, çevresi değil. İnsanı insan yapan, içinde barındırdığı ruhu, ruhunda ki asaleti.
Akgül’ün hiçbir zaman bu yazıyı okuma fırsatın olmayacağını biliyorum Ama yine de ben bu küçük hikâyeyi Akgül’e armağan ediyorum.
Şehirden çok uzak bir köy yeri, asil bir kadın, Akgül.


16 Ocak 2009 Cuma

Kadının renkleri.....


İster yedisinde, ister yetmişinde, kadın değil midir dünyayı güzelleştiren renklendiren? Hayatlara anlam katan, her ruh halinde büründüğü renkleri ile dünyamızı canlandıran. Sadece onun rengine göre bir dünya kurulan. Kadın renktir, hem de her renktir. Kadın hayattır, hayatın anlamıdır, neşedir, kederdir, deliliktir, ama kadınlar dünyanın en güzel renkleridir.
Kadın beyazdır; masumdur, temizdir, korunmaya ihtiyaç duyar, ama korunmasız olduğundan değil, sadece sığınabileceği bir yerin olduğunu bilmek istediğinden…
Kadın kırmızıdır; ateşlidir, heyecan vericidir, öfkelidir, damarda ki kandır, olmazsa olmazdır…
Kadın sarıdır; güneştir, parlar, yaydığı sıcaklık herkesi ısıtır, gün gibi etrafını aydınlatır, karanlığı sevmez, çalışkandır…
Kadın mavidir; sudur, gökyüzüdür, nettir, yalan dolan istemez, aklının yatmadığını kabul etmez, ufku gökyüzü kadar geniştir, akıldır…
Kadın kahverengidir; anadır, topraktır. Karşılık beklemeden verir, elinde ki her şeyini seve seve büyük bir keyifle sunar, cömerttir, vazgeçilemezdir…
Kadın mordur; hercaidir, delilik çılgınlıktır, neşe ve hüzün aynı andadır, bir güvenir bir güvenmezsin ama bu heyecanın bir parçasıdır, soru işaretidir…
Kadın turuncudur; mutludur, en şefkatli, sevecen, neşeli, sevimli halindedir, özverilidir. Sevdikleri için her şeyi yapabilecek güçtedir…
Kadın siyahtır; mutsuzdur, üzgündür, karamsardır, hayat çekilmezdir…
Kadın yeşildir; hayattır, ağaçtır, yapraktır, çimendir. Renk renk çiçekler açar, meyve verir, çoğalır, soluduğumuz havayı değiştirir, nefes almamızı sağlar. Hayatımıza aynı anda birkaç renk birden sunar, ta ki ona bakmayı ihmal edene kadar…
Kadın pembedir; çocuktur, yaşı isterse yetmiş olsun hâlâ küçük bir kız çocuğu gibi ilgi bekler, sevgi bekler, şımartılmak ister…
Kadını kadın yapan onun renkleridir. Hangi kadının çekim alanındaysanız farkında olmadan onun renklerine bürünüverirsiniz. Ama farklı olan bir şey var ki, o da sizi onlara bağlayan renklerin tonlarıdır. Kadınları birbirinden ayıran en büyük fark işte budur.
Kadınları anlamak zordur, en üzgün halinde kalkıp deliler gibi göbek atar, ağız dolusu kahkahalar savurur. Ya da saatlerce temizlik, yemek, ütü yapıp, şarkılar söyler. Bir bakarsınız gözyaşları pınar olur, gözleri şişene kadar saatlerce ağlar. Sanki hayata küsmüş gibidir, korkarsınız, endişelenirsiniz. Ama nasıl olursa olur, büyük bir inatla hayata yeniden sarılır, hem de kopmayacak bağlarla. Yaşama sevinçleri en son nokta da olsalar bile tükenmez, çünkü onların renkleri vardır, renklerin biri, ikisi hatta üçü, beşi solsa bile mutlaka geride hala canlı olan birkaç rengi vardır, onlar diğerlerini tetikler, yeniden hayata döndürür.
Kadınların renklerini yok edemezsiniz, artık onları hiç sevmediğinizi söyleseniz, üzseniz de, kırsanız da, ezseniz de o renkler yok olmaz. Belki solar, eskisi kadar parlak olmaz ama o renkler hep onlarda kalır. Renkler kadınların kodudur, değişmez…
Ve eğer bir gün o soluk renklerin güzelliği yeniden fark edilip, sevilirse, o solan renklerini en parlak halinde yeniden çevresine sunar… Hayat yine onun etrafında hızla dönmeye başlar…
Kadınlarda ki renklerin güzelliğini görebilmenin tek bir yolu vardır, hiçbir rengi değiştirmeye kalkmadan onları olduğu gibi sevebilmek, kabul etmek…
İşte o zaman renklerin cümbüşünden gözlerinizi alamazsınız…



8 Ocak 2009 Perşembe

Üç ince anahtar...


Çok fazla konuşmaya gerek duymuyorlardı. Aslında anlatacak ve söylenecek çok şey vardı. İkisi de sessizdi, fakat rahatsız değillerdi bu durumdan. Bir araya geldiklerinde hep böyle olurdu, sanki söylenecek her şey, her soru işareti birden bitiverirdi. Nasıl olduğunu ikisi de bilmiyordu, ama yan yana iken tüm soruların cevapları hiç konuşmadan yerini bulurdu. Yapbozun eksik parçaları gibiydiler, ayrıyken anlamsız ve karmaşık, birlikteyken bütün ve eksiksiz.Ne zaman biri tedirgin olsa diğeri küçük bir bakış, hareket veya bir, iki kelime ile tedirginliği aniden ortadan kaybediverirdi, sonra bu duruma gülümserlerdi. Karşısındaki sanki kendisiymiş gibi tedirginliğin ve sakinleştirmenin anlamını anlarlardı. İkisi de huzurun ve güvenin bu olduğunu çok önceden fark etmişlerdi.
Yang ellerini Yin’in omuzlarına götürüp, kendine doğru çevirdi. Yin’de onu çevreleyen ve koruyan kalın bir duvar vardı, aslında şifreyi bilirse girmesi çok kolaydı. Yang, Yin’in gözlerine bakıp şifreyi sordu.
-Duvarın kapısı için üç ince anahtar var, üçü de birbiriyle bağlantılı, biri diğerini onaylamadan öbür kilit açılmıyor, dedi.
Sonra Yang’ın gözlerinin içine bakarak;
Gözlerin gözlerimin içine bakarken,
Bakışın günışığı huzmesi gibi içime girmeli.
O ışık huzmeleri,
Önce kalbime, sonra beynime
Bakışını kaydetmeli.
Omuzlarımdaki ellerinin
Yumuşak dokunuşu,
Tenimin hafızasına kaydedilmeli ki!
Her dokunduğunda sen olduğunu anlayayım.
Bedeninden önce,
Ruhun beni kucaklamalı.
Ruhundaki aşkı ve sevgiyi her hücremde hissetmeliyim.
- Bu üç kilidi doğru anahtarlar ile peş peşe açabilirsen, duvarın kapısı kendiliğinden açılacaktır. Ta ki… Sen bu anahtarları kullanmayı unutana kadar. Ve şunu sakın unutma, eğer anahtarların birini bile kaybedersen veya kullanmayı unutursan, bu kapı bir daha aynı anahtarlar ile asla açılmayacak.
Yang’ın gözlerinde birden bir gülümseme belirdi, o gülümseme gözlerinden yüzüne ve tüm vücuduna yayıldı, oradan da ruhuna. Bakışı Yin’in gözlerinden girip kalp ve beynine ulaştı. Yin’in ruhu kollarını açmıştı, Yang’ın sevgi dolu ruhu ile kucaklaştı ve Yang’ın elleri Yin’in teninde bir sıcaklık yaydı, omuzlarından sırtına doğru gidip tüm sevgisi ve gücü ile sımsıkı kucakladı.
- Evet… İşte bu, kapıyı açtın.
- Üçünü de doğru kullanabildim mi?
Yin gülümsedi, bu sorunun cevabı zaten içindeydi.
- Günüm, her günüm, her şey hep bu kadar güzel olsa….
Yang hafif bir tebessüm ettikten sonra yine sustu…
Yin cevabı kulaklarıyla duyamadıysa da, kalbi çoktan cevabı almıştı.

Eskidendi, çok eskiden...


Biraz nefes almak, anılarla tek başına kalmak iyi olacaktı. Evin bahçeye açılan kapısından dışarı çıktı. Hava oldukça soğuktu, üzerine montunu almaya gerek duymadı. Çocukluğunun büyük bir kısmının geçtiği memleketinin tüm kokusunu, soğuğunu içine çekmek istiyordu. Burada havanın kokusu bile değişikti, ya da ona öyle geliyordu. Sigarasını hemen yakıp, derin bir nefes çekti. Çocukken ona kocaman gelen bahçe şimdi öyle küçük göründü ki gözüne. Eve ilk girince de aynı şeyleri hissetmişti, hatta kardeşi ve kuzeniyle de aynı şeyi konuşmuşlardı, “her şey ne kadar küçükmüş, ya da biz çok büyümüşüz” diye. Ama her şey bu kadar küçük olsaydı onca kişi burada nasıl yatar kalkar, yemek yerdi. “Sanırım o zamanlar gönüller çok büyüktü” diye düşündü.
Evin iki girişi vardı. Birincisi ön kapı, kocaman taş merdivenleri olan görkemli bir kapı. İkincisiyse arka kapıydı, çıkmaz sokağın en sonundaki ev olduğu için sokağın adı da büyükbabasının soyadını almıştı, Yetkin Çıkmazı. Bu kapıdan girince önce büyük ve bakımlı bir bahçeye girer, sonra merdivenlerden balkonlu olan kısma çıkılır ve eve girilirdi. Evin ortasında kocaman uzun bir salon vardı, nerdeyse onbeş metre boyunda, beş metre genişliğindeydi. Bu salona dört tane kapı açılırdı, mutfak, misafir odası ve yatak odaları, banyolar yatak odalarının içinde dolap gibi bir kısımdaydı.
Balkonlu kısımdan bahçeye bakıldığında hemen karşıda boydan boya bir kümes, kümesin hemen yanında çıkmaz sokağa açılan arka kapı vardı. Kümesin önündeki bahçeye genelde maydanoz, marul, yeşil soğan ekilirdi. Sağ taraftaki bahçede mevsimine göre sebzeler olurdu, biber, domates, fasulye, mısır ve bir ayva ağacı. Sol tarafta tahıl ambarı, çamaşır yıkama taşı, tulumba. Onların yanında kocaman bir ocak ve eski evlerin çoğunda bulunan taş fırın vardı. Orta kısım ise yine bahçe olarak tasarlanmış bir yerdi, burada ise çeşit çeşit çiçekler ve kiraz, elma, dut ağacı vardı. Her şey öyle güzel düzenlenmişti ki, bahçe dışında kalan kısımlara düzgün bir şekilde beton dökülmüş, her taraf tertemizdi. Evin altında iki tane mağaza vardı. Bunlardan sol tarafta olan mağaza ardiye olarak kullanılıyordu, bağdan gelmiş meyveler, turşu, peynir, yağ, pastırma-sucuk, kısacası tüm ev erzakları. Sağ taraftaki mağaza ise odun kömür deposuydu, her zaman tıka basa dolu olurdu.
Bu eve gelmeyeli beş altı yıl olmuştu, ama o zamanlar bugün hissettiklerini hissetmemişti. Ev iki yıldır kapalıydı, anneannesini kaybettiklerinden bu yana ilk kez geliyordu. Dayısı bayramı orada geçirmeyi düşünmüştü, önceden gelip evi bir güzel temizletmiş ve her şeyi tıpkı eski günlerdeki gibi hazırlatmıştı. Evin her tarafında sobalar yanıyordu, sobanın sıcağı, kokusu evi sarmıştı. Baklavadan su böreğine, dolmalardan keşkeğine, çöreklere kadar her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Her şey eski günlerde ki gibiydi. Tek fark ortada dolaşan büyükler onlar olmuş, çocukları ise onların yerini almıştı.
Evin her yeri canlıydı, kendini evin ruhuna teslim ettiğinde, ortada dolaşan çocukluğunu görebiliyordu. Her tarafta birileri vardı, gülmeler, oyunlar, yaramazlıklar, koşuşturmalar. Her yer anıydı ve bir film gibi izleyebiliyordu her şeyi. Eski eşyaları ve evleri çok severdi, orada yaşanların, onları kullananların ruhunun hala orada kaldığına inanırdı hep, ama ilk kez o ruhları bu evde gördü. Kendini yanında koşarak geçerken, kardeşlerini, kuzenlerini, anne-babasını, dayılarını, teyzelerini, anneanne ve büyükbabasını, hepsi oradalardı, her köşeden birisi çıkıyordu, evin içi hatıralarla canlanmıştı. Ev hala canlıydı….
Fazla sürmeden yanına kardeşi ve kuzeni geldi. Balkon kapısının önünde hemen eski günler konuşulmaya başlandı, hepside aynı şeyi görmüştü.”Hatırlıyor musun şurada” diye başlayan her cümlede üçünün de gözleri o noktaya odaklanıyor, geçmişi çocukluklarını tekrar yaşıyorlardı. Arada camdan içeriye bakıp çocuklarını kontrol ediyorlar, onların tıpkı kendileri gibi neşe içinde oynayıp eğlendiklerini görünce içleri daha da ısınıyordu.
İçerde ise dayısının gözlerinde ki mutluluk, “iyi yapmışım beee” ifadesi, evin en büyüğü olmanın verdiği onur her halinden belliydi. Oğlunun, kardeşinin ve yeğenlerinin onu yalnız bırakmamış olması onu daha da onura etmişti. Zaten onu babası gibi severdi, kardeşi ile arası bir yaş olduğu için çocukluğunun büyük bir kısmını dayısı ve yengesi ile bu evde geçirmişti, hatta çocukken dayısına baba bile derdi. Kendi babasını kaybettiğinden bu yana dayısına daha da düşkün olmuştu. Onları sık sık arar, hal hatır sorardı. Dayısının da yengesinin de az emekleri yoktu üzerinde, onun her nazına pozuna oynar, onu mutlu ederlerdi. Çocukken dayısının geleceği saatlerde camları açar beklerdi, acaba bana bugün ne almış diye, bir bakardı camdan çikolatalar, kuruyemişler, oyuncaklar düşüyor, hemen koşardı kapıya, atlardı dayısının omuzlarına, bir süre boğuşup oyun oynarlardı. Onun oğlu da kardeşi gibiydi, kendisinden beş yaş küçük kardeşi. Bütün kuzenlerini severdi ama o başkaydı, o öz kardeşlerinin değerine diğerlerinden daha yakındı.
Oda da kimseler yokken birkaç kere dayısına sarıldı, “iyi ki gelmişsin dayı, ne güzel yaptın böyle, her şey tıpkı eski günlerde ki, eski bayramlarda ki gibi” diye. Dayısı gerçekten de herkesi mutlu etmişti. O evde hiç geçmişleri olmayan çocuklar bile çok mutlu olmuşlardı.
Üç kuzen bir karar aldı, yazın hepimiz aynı zamanda gelelim, tüm aile, kuzenler ve çocuklarımız diye. Yıllardır böyle bir şey yapılmamıştı, belki yine yapılamayacaktı, herkesin işi gücü, hayat telaşı farklıydı, ama yinede üçünün de içine bir umut doğdu, daha doğrusu üçü de bunun olmasını candan istedi. Kim bilir belki başarabilirlerdi, bunu zaman gösterecekti.
………………………
Hani herkes arkadaş/ Hani oyunlar sürerken/ Hani çerçeveler boş/ Hani körkütük sarhoş gençliğimizden/ Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken/Eskidendi, eskidendi, çok eskiden…………
………………………

Tekâmül ve farkındalık...


Hayatınıza geriye doğru bakmayı denediniz mi? Geride bıraktığımız onca ruha. Yaşamımızın bir evresinde hayatımıza girmiş olup, daha sonra kendiliğinden yok olan ruhlara, ya da yok olmamış sadece bizim için konum değiştirmişlere.
İnsan ruhu belirli bir seviyeye ulaşabilmek için sürekli tekâmülden geçer. Yaşadığı her olay, o olayla ilgili her insan bu sürecin bir parçasıdır. Çoğu zaman bunun farkında bile olmayız, her şeye tesadüf gözüyle bakarız. Ya da yaşamımızın değerini ve amacını bilmeden kendimize olmadık sıkıntılar vererek üzüntüye boğarız. Görmeyi reddederiz, farkında olmayı da..
Buradaki en önemli şey farkındalıktır. Yaşam amacımızın, yaşama nedenimizin neler olduğunu kendimizce süzebilmek ve içinden öğrenmemiz gereken kısımları almaktır. Tekâmülün anlamına gelince:
Tekâmül sözcük anlamıyla gelişme, olgunlaşma, evrim anlamına gelmekte olup, farklı alanlarda farklı ve özelleşmiş anlamlarda kullanılan bir terimdir. Maneviyatı ilgilendiren alanlarda biyolojik evrim ya da maddi evrim anlamında kullanılmaz. Deneysel spiritüalizmin temel ilkelerinden biri olan tekâmül ya da ruhsal tekâmül, bu alanda ruhsal gelişim anlamında kullanılmaktadır. Kısaca ruhların madde evrenindeki görgü ve deneyimini arttırması olarak tanımlanır.
Farkındalığı özümseyebilmek için, öncelikle hayatta hiçbir şeyin tesadüfen olmadığını kavramamız gerekiyor. Karşılaştığımız her insan, o insanla ilgili her olay bizim ruhsal gelişimimizin bir parçasıdır. Hiç kimse hayatımıza öylesine girmemiştir, hepsi bizim hayat amacımıza hizmet için, ruhsal tekâmül yolumuzda bir rol almıştır.
Bunların kimileri hayatımıza hemen girip çıkmıştır, kimi aylarca yıllarca kalmış ve bir gün aniden ortadan kaybolmuştur. Ya da birden eski önem ve yerini değiştirmiş başka önem ve konuma geçmiştir. Kimisi aklımıza bile gelmezken, ancak hafızamızı çok yoklarsak bulabileceğimiz kadar hayatımızda yer etmiştir. Kimisi sadece bir başka olaya geçiş için köprü olmuş, kimisi bizi o anlık bir tehlikeden korumak için, kimisi bizi uyandırmak, kimisi olayları hafif atlatmamız için uyumamıza yardımcı olmuştur. Ve hepsi bizim amacımıza ulaşabilmemiz için orada bulunmuşlardır. Hepsinden bir şeyler öğrenmiş ve bizde onlara bir şeyler öğretmişizdir. Kiminden sevgiyi, şefkati, merhameti, kiminden nefreti, kötülüğü, kiminden iyiliği, aşkı, ihaneti... Bunları o kadar çok uzatabiliriz ki, eğer geriye dönüp bakarsak ne kadar çok insandan ne kadar çok şey öğrendiğimizi apaçık görürüz. Zamanla bunları kendi ruhumuzdan süzeriz, kalanlar ise kendi ruh yolculuğumuzda bize eşlik eder.
Genel olarak düşünürsek, evren bize hizmet için, biz evrene hizmet için yaratılmışızdır. Her şey bizim için düşünülmüş ve tekâmülümüz için gereken her şey içinde sunulmuş, bizden farkında olmak beklenmiştir. Eğer bunu kabullenip, içimize sindirebilirsek her şeyin hem bize özel, hem de bize özel olmadığını çok daha iyi görebiliriz. Bizim hayatımıza etki eden ruhlar gibi, bizim de onların hayatında bir yer bıraktığımızı anlarız. Kesinlikle unutmamamız gereken bir şey var ki, hayatımızın kesiştiği veya teğet geçtiği tüm insanlar (ruhlar) ne şekilde olursa olsun mutlaka hayatımıza bir anlam ve yön vermek için o zamanda ve o yerde bulunmuşlardır. Tıpkı bizim gibi, bizimde başkalarının hayatında olduğumuz kimileri gibi.
Yaşamımızda, iyi veya kötü diye ayırt etmeden her şeyi bir bütün olarak sevgiyle kucaklayabilirsek, elin bir parmağı iken eli oluşturan bir bütün olduğumuzu, elin ise bedeni bütün yapan bir parça olduğunu görebilirsek bazı şeyleri anlamamız eminim çok daha kolay olacaktır.
Şimdiye kadar karşılaştığım tüm insanlara ve bundan sonra da karşılaşacaklarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Umarım hayatımız hep güzel noktalarda kesişir. İç yolculuğumuzun keyfine vararak, farkında olarak

Kırlangıçlar...


Canım önüne birazda ekmek kırıntısı koyunca tamamdır. Artık rahatça uyuyabiliriz. Hava çok soğuk, her taraf kar, buz. Yazık, o küçücük serçeler nereden yiyecek buluruz diye oradan oraya uçuşup duruyorlar. Sabah ki turlarında bizim ekmek kırıntılarını görünce sevinirler. Hoş alıştılar artık, perdenin kenarından onlara bakınca kaçmıyorlar. Her gece canım önüne ekmek kırıntılarını bırakmayınca bizimde içimiz rahat etmiyor artık.
Buralarda kış çok fazla olmaz, ama olunca da bir hafta, on gün ne kar kalkar, ne de buz. Serçelere ekmek vermek çocukların çok hoşuna gitti, tabi benimde. Herhalde annelik içgüdüsü ağır bastı yine, küçücükler ya, korumasızlar ya…
Serçeler için hep böyle düşünürdüm, onları çok severdim. Ta ki, kırlangıçları görene, onların yaşamlarını izleyene kadar.
İlkbahar gelmişti, göçmen kuşlar yavaş yavaş buralara gelmeye başlamışlardı. İşyerim hemen ırmağın kenarında. Irmağın üzerinde küçük küçük kuşlar bir oraya bir buraya uçuşup duruyorlar. Bir şeyler yaptıkları belli ama ne? Sonra fark ettim ki gagalarıyla ırmağın çamurundan taşıyıp, kendi tükürükleri ile karıştırıp yuva yapıyorlar. Her gidip gelmelerinde anca bir gram kadar, belki de daha az çamur taşıyorlardı. Binanın tam köşesine, üstü kapalı olan yerine ve benim camdan bakınca rahatlıkla görebileceğim bir yere yuvalarını yapmaya başladılar. İki taneler, o küçük gagalarıyla nasıl uğraşıyorlar. Biri gidince diğeri gagasıyla düzeltiyor, hem de yuvalarına bekçilik yapıyor, sonra diğeri gidiyor. Küçücük bir aile, iş bölümü bile yapıyorlar, her şey sırayla. Bal peteği gibi, yusyuvarlak bir yuva.
Bir hafta içinde yuvaları bitti, onlar kadar bende sevindim. İlk başta hiç bitmeyeceğini düşünmüştüm, bazen kendimi kaptırıp ya şurasını biraz daha düzeltseler keşke bile dedim.
Yuvanın içine tüyler taşımaya başladılar, kendilerine sıcak bir yuva yapmışlardı. Bir süre sonra Kırlangıçlardan biri sürekli yuvada, diğeri ona yiyecek getirip götürmeye başladı. Yuvayı hiç yalnız bırakmıyorlardı.
Bir gün yuvada sürekli kalan kırlangıcın sesiyle başımı çevirdim. Beş altı tane serçe yuvayı bozmaya başlamışlardı. Kırlangıçların içine girdiği küçük deliği parçalıyorlar, her tarafa küçük tüyler savruluyordu. Yuvanın içinde iki yumurta var. Serçeler parçalıyor her şeyi. Fazla sürmüyor, yuvanın yarısından çoğu yere düşüyor, darmadağın olmuş her şey.
Sanki o saldırı bana yapılmış, evime yapılmış gibiydi. Elim yetse, oraya ulaşabilsem, kovalayacağım serçeleri ama imkânsız.
Yuva dağılıp, yumurtalar kırılınca serçeler gittiler. İki kırlangıç başladılar yuvanın içindeki kırıntıları aşağıya atmaya, yuvayı temizlemeye. Ve ırmaktan yeniden çamur taşıyıp, tükürükleri ile birleştirip, dağılmamış olan kısımların üzerine yeniden yuvalarını yapmaya. Ve tekrar yaptılar…
Hala kış gelince camın önüne serçeler için ekmek kırıntıları koyuyoruz, belki önceki kadar hevesle ve sevgiyle değil ama yine de koyuyoruz, kış soğuk, yiyecek yok.
Ne zaman bir serçe görsem, yüzlerinde hep bir hainlik varmış gibi, kırlangıçların yüzünde ise hep bir gülümse varmış gibi gelir. Mutlaka yaşadığım olayların etkisiyle böyle görüyorum, bunu da biliyorum. Yine de elimde değil, serçelere çok kızgınım.
Şu bir gerçek ki gördüklerim ve hissettiklerim tamamen insani şeyler, korumacılık, taraflı bir bakış. Doğal yaşam acımasız, var olabilmek için mutlaka birileri diğerini yiyecek, yok edecek. O diğeri de kendinden daha zayıf olanları. Doğanın kanunu bu. Ekolojik sistem böyle, hayatta kalabilme şartı bu.

Ne mutlu onlara...


Bu aralar acayip duygusallaştım. Normalde de duygusal biriyimdir ama çoğu zaman belli etmemeye çalışmışımdır, duygusal olmak zayıflık gibi gelmiştir bana. Ne yazık ki artık olmuyor, elimde olmadan gözlerim birden dolu veriyor. O zaman kimse beni görmesin diye ne sağa sola bakınıyorum, ne de konuşuyorum, başımı bir yöne sabitleyip öylece duruyorum.
Geçen gün annem geldi, çok eski bir tanıdığın kızının düğünü olduğunu, düğüne gitmeyi çok arzu ettiğini ve onu götürüp götüremeyeceğimi sordu, “tamam, beraber gideriz, hem bende o düğüne gitmeyi çok isterim, gerçi bana davetiye gelmedi ama gelemeyeceğimi düşünmüşlerdir büyük ihtimalle” dedim. Bu tanıdıklarımız ben liseye giderken taşınmış olduğumuz apartmandan komşularımızdı. Kızları Çiğdem o zamanlar ilkokula bile gitmiyordu. Çok sevimli, neşe dolu bir kızdı. Babası babamla arkadaştı, çok saygıdeğer, beyefendi bir öğretmendi kendisi. İsmail amca babamla arkadaştı ama çocukları çok küçüktü, ilk başta bize garip gelmişti. Daha sonra öğrendik ki Çiğdem’i evlatlık edinmişler, bir çocuk ancak bu kadar sevilebilir, pohpohlanabilirdi. Bebekken bir gün rahatsızlanmış doktora götürmüşler, doktor “bu çocuğu hiç mi ağlatmadınız, her istediğini yapmışsınız, biraz ağlatın, kalbi yağ bağlamış, ağlamak iyi gelir” demiş. Tabi bu kısmı o zamanlar duyduklarıma göre söylüyorum, tıbbi olarak ne kadar doğrudur bilemem. Ama çok iyi bildiğim bir şey var ki, o da Çiğdem’e çok değer verildiğiydi.Dün gece Çiğdem’in düğünündeydim. Nasıl da güzelleşmiş, boylu poslu sülün gibi bir genç kız olmuş. Polis kolejini bitirmiş, eşi de aynı meslektenmiş, birbirlerine çok yakışmışlar. Gerçi klasik bir düğündü, eşler farklı memleketten olunca çift düğün yapılır ya, düğün tek taraflı gibi olur öyleydi, ama aralarda eski tanıdıkları, komşuları görmekte çok mutlu ediciydi.
Düğün salonuna gidince İsmail amca ve Şadan teyze beni gördüklerine öyle mutlu oldular ki, birbirimize sarıldık, öpüştük. Şadan teyzeye “Çiğdem ne kadar güzel olmuş öyle, su gibi” dedim, o da “tıpkı sana benzemiş değil mi, bugün bende onu sana çok benzetmiştim” dedi. Yerimize geçtik, oturduk, gözümü Çiğdem’den ayıramadım, bütün gece onu izledim. Bir ara anne babasını zorla oynamaya kaldırdılar, önce biraz çekindiler ama sonra öyle mutlu bir şekilde oynadılar ki kızlarının düğününde, gururla. Ve ben de koptum bu arada tabi, gözlerim yine dolmaya başladı. İçimden dua ettim her zaman mutlu olsun, yüzü hep bugün ki gibi gülsün diye. Her zaman şansı öyle bir anne babaya sahip olduğu gibi açık olsun diye.
Bir ara annem bana bir şeyler söyledi, bakmasam olmaz, anneme hemen kısadan cevap verip başımı tekrar çevirdim. Tabi anne bu, anlamıştır neye duygulandığımı, ayıp değil ya canım.
Düğünden ayrılırken hemen Çiğdem’in yanına gittim, onun o güzel pembe yanaklarından öpüp mutluluklar diledim. İsmail amca ve Şadan teyzeyle de görüşüp eve döndük. Umarım o güzel insanlar torun sevgisini de tadarlar. Çünkü bunu sonuna kadar hak ediyorlar. Ne mutlu onlara, gerçek anne babası terk etmiş küçük bir kıza anne baba oldukları ve tüm sevgilerini ona verdikleri için, ne mutlu onlara hayatlarına küçük bir kız çocuğu ile renk kattıkları için, ne mutlu onlara kızlarını okutup meslek sahibi yaptıkları için ve ne mutlu onlara kızlarını telli duvaklı gelin yaptıkları için. Ne mutlu bizlere ki öyle insanları tanıdığımız için.

Anneanneme...


Bütün gün evin arkasındaki sokakta ve kocaman bahçede oynadıktan sonra, akşama doğru herkesin karnı kurt gibi acıkmış bir şekilde eve koştururduk. Yaz gününün o sıcakları hiç birimize dokunmazdı. Hoş, ilçede yazları hava diğer yerlere göre serin olurdu ama yine de yaz günü, ne kadar serin olsa da o sıcak altında koşturarak deli gibi oynamak hepimizi yoruyordu. Tabi ki bir süreliğine, karnımızı doyurana kadar geçen sürede herkes eski enerjisini topluyor, deli fişek gibi bahçeye tekrar fırlıyorduk.Yaz tatillerinde en çok anneannemlere gitmek hoşumuza giderdi. Hele teyzemler de gelmişlerse, ev tam bir curcuna olurdu. Dile kolay on iki çocuk, on iki büyük. Biz eve acıktık diye koşturunca anneannem bir gayret yemek yapmakla uğraşıyor olurdu, hiç birimize kızmaz hadi hemen elinizi yüzünüzü yıkayın gelin derdi. Yıkar gelirdik bir sıra dizilirdik, başlardık “hadi anneanne bize Adile Naşit taklidi yap”, “yok, olmaz, şimdi yemek yapıyorum, bak büyükbabanız kızar sonra, yemek nerde kaldı der, önce yemekleri yiyelim, ben sonra size odada yaparım söz” derdi. Ama çoğu zamanda bizim ısrarlarımıza dayanamaz başlardı Hababam sınıfının son sahnesindeki bale gösterisine. Üzerinde elbisesi, yemek pişirirken kullandığı önlüğü, başında tülbendi ile, güya ayak parmaklarının ucunda, ellerini havaya kaldırıp indirerek bize bale gösterisi yapardı. Hepimiz pür neşe içinde, “ne olur az daha yap, biraz daha, ne olur….” derdik.Anneannem 1.50 cm boyunda, ufak tefek, tombul bir kadındı. Sanırım boyu ve kilosu yüzünden onu Adile Naşit’e benzetirdik, onun da hoşuna giderdi. Aslında en çok onun neşesi , gülmesi, çocuklara olan düşkünlüğü ve hayat dolu olması benzetme nedenimizdi. Ne çocuklarını ne de torunlarını ömrü boyunca hiç kırmamış bir insandı. Nereye gitse hiç kimseyi unutmaz, herkese hediyeler getirirdi. Hatta bu hediye getirme huyu bizler evlenip çocuk çoluğa karışınca bile devam etti. Bu sefer çocukları, torunları ve torunlarının çocuklarına da, hiç kimseyi unutmadan. Herkesinki sadece kendisine özeldi, hiç biri öylesine alelade alınmış hediyeler değildi, özenle seçilmiş ve paketlenmiş şeylerdi.Bugün müzik kanallarını dolaşırken Sertab Erener’in “yeni bir aşk, yeni bir iş, yine gülecek bir neden lazım…” şarkısı çalıyordu, birden aklıma anneannem geldi, bayılırdı bu şarkıya. Bizde dalga geçerdik, “anneanne hayırdır, ne oluyor” diye. “Ne yapayım, çok hoşuma gidiyor bu şarkı” derdi. Bu arada Tarkan’ı da çok severdi, en favorisi oydu. İşte anneannemde bugün aklıma birden böyle geldi. Pamuk kadın…Hep genç ruhluydu, ömrünün çoğunu büyükbabamın, çocuklarının ve torunlarının peşinde koşturarak geçirmişti. Bayılırdı gençlerle sohbet etmeye, oturmaya, kaynatmaya. Herkesle konuşacak bir şeyler bulur, her ortama neşe katardı.En küçük teyzem benden dört yaş büyük, ablamdan ve büyük teyzemin kızlarından da üç dört yaş küçüktü. Bütün çocuklarını kendi istedikleri kişilerle görücü usulü ile evlendirmeye alışkın olan anneannemler, teyzem anlaşarak evlenmeye kalkınca önce epey bir olay oldu, ama teyzemin o kadar çok istediğini görünce dayanamadılar tabi, tamam dediler. Daha sonra torunlarda hep kendi istedikleri ile evlenmeye başlayınca bir gün dayanamadı, “ya bu aşk nasıl bir şey acaba? ben hiç aşık olmadım” dedi, sonra anneme dönüp, “sende olmadın di mi kızım, keşke bizde aşık olsaymışız, nasıl bir şey olduğunu biliyor olurduk şimdi”. İşte bu benim anneannem.
Onu kaybedeli iki yıl oldu. Ama ondan tüm çocuklarına ve torunları öyle bir miras kaldı ki, bu parayla alınacak bir şey değildi. Bu genç ruhtu, hayattan zevk almaktı, her kötü şeyden bile güzel bir şeyler bulup çıkarmaktı, çocuklarla arkadaş olmaktı, hangi yaşta olursan ol yaşlanmamaktı…Teşekkür ederim anneanne, iyi ki senin gibi tatlı, senin gibi pamuk bir kadın benim anneannem olmuş. Nur içinde yat…

Ah nerede...


Bir gün işim gücüm yok, evde tek başına oturuyorum. Televizyon kanallarını geziyorum, ama hiçbir yerde bir şey yok. Birden kanalların birinde 70’li yıllara ait bir Türk filmi buldum. O dönemin filmlerini izlemek bana hep zevk vermiştir. Hem eğlenceli, hem duygusal olur ama sonunda hep mutlu olursun. Herhalde beni o dönemin filmlerine bağlayanda mutlu sonla bitmeleri. Filmin adı “Ah Nerede”, oyuncular Gülşen BUBİKOĞLU ve Tarık AKAN.
Film bilindik bir aşk hikayesi. Birbirine kavuşamayan kız ve oğlan, aşkları, kavgaları, kıskançlıkları, özlemleri ve mutlu son.
Filmi izledikten sonra beni bir hüzün sardı. Meğer ne kadar güzelmiş âşık olmak, aşk acısı çekmek, beklemek, özlemek, kızmak, küsmek, küçük bir haberle mutlu olmak, bir gülücük, el ele tutuşmak… Ben bunları yirmili yaşlarımda tattım, yaşadım ve evlendim. Ama o zamanlar özlemenin ne kadar güzel bir duygu olduğunu, beklemenin tadı çıkarılacak bir şey olduğunu bilmeden, hatta aşk acısının, kavuşamamanın bile tadını çıkaramadan hemen mutlu son olsun istediğimi fark ettim. O zamanlar ne kadar büyük problemlerdi benim için, ne kadar üzücü şeylerdi ayrılık. Hep o güzel duyguları kendimi boşu boşuna üzerek geçirdiğimi fark ettim. Sanırım o yaşlarda herkes aynı şeyleri yapmıştır. Gençliğin verdiği acelecilik ve her şeyi bir anda isteme, her şeyi en doğru ben bilirim hali….
Sonra birden, o duyguları bir daha yaşayamayacağımı fark ettim. İşte beni hüzne boğan kısım burası oldu. O güzel günleri, yılları adına aşk denen duyguyu doyasıya tatmadan yaşadığımı fark ettim. Aşkın içinde sadece mutluluk yoktu çünkü… Aşkı aşk yapan içindeki imkansızlıktı, özlemdi, kavgalardı, göz yaşıydı…. Onların ne kadar özel olduğunu bilmeden, tadını doyasıya çıkarmadan geçen yıllar. Hem de yirmili yaşlarda yaşayıp bitirdiğimiz bir duygu.
Ahmet Altan “Kristal Denizaltı” isimli kitabında aşktan bahsederken; tırmanılması çok zor ve engebeli bir dağ diye bahsetmişti, herkesin gözü kesip oraya ulaşamaz. Ulaşanlar ise fazla kalamaz, orası çok rüzgârlıdır bir süre sonra inmesi gerekir. Çok az kişi o dağın tepesine birkaç sefer daha çıkabilme gücüne ve cesaretine sahiptir ki onlarda şanlı olanlardır diyordu.
Evet aşk işte buydu, tepede çok kalınamıyordu ama o tepeye çıkarken yaşanan zorluklar, güçlükler, engebeler, rüzgarlar o tepeyi o kadar güzel ve çekici yapıyordu, o yol ne kadar uzun ve zorsa tepe daha da güzelleşiyordu….
Neydi o engebeler, güçlükler, zorluklar tabi ki; imkansızlık, özlemek, beklemek, kıskançlık, kavgalar ve gözyaşı…
O dağa hiç çıkamamış insanlara göre en azından bir kere çıkmış olduğum için yinede şanlıyım sanırım.. Ama ne yalan söyleyeyim, tadını hiç çıkaramadan, değerini bilemeden o dağa çıktığımı fark etmek, yıllar sonra bile olsa beni çok üzdü doğrusu…

Şebnem Ferah


Dinlemeye hiç doyamadığım bir şarkıdır “Sil baştan”. Ve vazgeçilmezlerimden Şebnem Ferah.
Şebnem Ferah’ın yaşantısı hakkında hiç bir şey bilmem. Ne zaman doğmuştur, nelerden hoşlanır, nasıl bir yaşantı sürer, hiç araştırmamışımdır da..
Ama onun şarkılarını bilirim, “Sil baştan”, “Can kırıkları”, “En güzel hikayem”, “Mayın tarlası”, “Ben şarkımı söylerken”, “Sigara”….. bunlar en sevdiklerim… Bir dinlemede defalarca dinlediklerim.
Onun şarklarında ruhunu hissederim, kendi ruhumu da… Hatta onun sahnede ki şarkılarla olan gücünü kıskanırım bile. Keşke onun yerinde olsam diye, ki bu benim şimdiye kadar hiç hissetmediğim bir duygudur.
Şebnem Ferah’ın şarkılarında bir kadının sessizce haykırışını duyarım hep, dışarıdan duyulmayan, görülmeyen ama hissedilen bir haykırıştır. Elinin kolunun bağlı olduğunu bilirsinde, buna isyan edersin ya işte öyle. Bir adım bile atamayacak durumdasındır ama hala ayaktasındır ya, işte öyle.. Aslına çok güçlüsündür de bunu gösteremezsin, hatta belki kendin bile bilmiyorsundur bunu, işte öyle…Ama hepsinin içten geldiğini bilirsin ya, işte öyle….
Hayatımda keşke sözünü pek kullanmam, çünkü her şeyin iyi veya kötü yaşanması gerektiğine inanmışımdır, geçmişe bakmam. Ama burada kullanacağım ve kullandığım keşke çok daha başka bir şey, sanırım kıskanma…
Keşke bende öyle güzel şarkılar söyleyebilseydim…….
Keşke benimde öyle güzel bir sesim olsaydı…..

Dağların büyüsü (1)


Başında saçlarım vardı/ Deli rüzgarlarım vardı/ Ovalar bana çok dardı/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar…..
Belki hayatım boyunca hiç kolayı seçmediğim, belki kolay olan hiçbir şey karşıma çıkmadığı, belki doğduğumdan bu yana her tarafı dağlarla çevrili bir şehirde yaşadığım için, belki de hepsi. Ama bildiğim bir şey var ki çocukluğumdan bu yana dağları çok sevdiğim, dağlara bakarken bile büyülendiğim, onlarda farklı bir giz olduğunu düşündüğümdür.
İşim gereği, bulunduğum ilde bir çok dağ köyüne gittim. Her göreve çıkışımda, yol boyunca hiç konuşmadan dağları izleyerek, onlardaki gizli kalmış yönleri keşfetmeye çalışarak bakınıp dururum. Her mevsimin ayrı olan güzelliklerini, zihnimden resimlerini çekerek gideceğim yere gidip gelirim.
Ama şu bir gerçek ki, benim yaşadığım şehirdeki dağların güzelliğini hiç bir yerde göremedim. Belki de yaşadığım, doğduğum şehri çok sevdiğim içindir.
Sonbaharda dağlar bir başka güzeldir. Yeşilin her tonu ile beraber sarı, turuncu, kırmızı ve kahverengide dağlara hakim olmuştur. Bazen bunun resmini yapsan, resime bakanın “hadi canım, böyle renkler olur mu?” diyeceği tonlarda. Sanki gerçekte olmayacak kadar güzel ve albenili olur. Yol boyunca, ağaçların altında, fundalık olan kısımlardan çıkmış yabani siglamenleri de görebilirsin. Sararmış yaprakların arasından küçücük ve pembe çiçeklerini, koyu yeşil yapraklarının yardımıyla çıkartmış, sonbaharın güzelliğine bir güzellikte ben katayım der gibi oradadırlar.
Köye geldiğimizde, biz işimizi yaparken, bir süre sonra etrafta meraklı bakışlarla dolanan köy sakinlerini görürüz. Bayan olmam onların ilgisini daha da çeker, anlam veremezler neden orada olduğuma, erkek işinde bir bayanın çalıştığına. Sorarlar sorarlar, en çokta çocuklarla konuşmak hoşuma gider, hele de kız çocukları da geldiyse daha keyifli olur onlarla sohbet etmek. Köylerinde görebilecekleri her yeniliğin onların ufuklarını açacağını bilmek de ayrı bir zevk verir bana. Bazen yaşlılar gelir, bakınırlar ve dayanamazlar “acaba tansiyon ölçmesini biliyor musunuz? tansiyonumu bir ölçseniz” derler, ya da “hastamız var iğne yapabilir misin?”. Onlara, bunları yapamadığıma inandırmak zor olur, “sen şehirlisin yapabilirsin” derler, ama sonunda olmayacağını onlarda anlarlar. İşimiz bitip bulunduğumuz mekandan ayrılırken, bir bakarız ki az önce tansiyonumu ölçermisin diyen yaşlı teyze arabayı durdurur ve bir kese kağıdına sarılı bir şeyler uzatır, beş yumurta, “bunlar çok taze çocuklarına yedir” der. Gülümserim, teşekkür edip yolumuza devam ederiz. Yol boyunca dağ köyünde ki insanların yaşamları ve çaresizliklerini düşünürüm, şehirden kilometrelerce, saatlerce uzaklıktaki çaresizliklerini, elimizden bir şey gelmez, biraz üzgün…. Dağların ve ormanın büyülü güzellikleri arasında şehre tekrar döneriz. Ama zihnimde dağların resimleri ile beraber onlarında resimleri çekilmiştir artık.
Şehirler bana bir tuzak/ İnsan sohbetleri yasak/ Uzak olun benden uzak/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar……

Dağların büyüsü (2)


Kalbime benzer taşları/ Heybetli öter kuşları/ Göğe yakındır başları/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar….
Kış aylarında dağlar bambaşka bir yer olur. Sanki Hansel ve Gretel’in gittiği pasta ve şekerleme dünyası gibi. Dağlara krem şanti dökmüşsünde kendiliğinden hafifçe erimiş, ama alttaki şekli yumuşak bir şekilde sarmış gibidir. Ağaçların tüm dalları, çamların tüm kolları yumuşak kıvrımlı karlarla süslenmiştir. Arada dallar karların ağırlığına dayanamayıp büyük kar yığınlarını yerlere dökerken, ağaçlar yeniden canlanmış gibi kıpırdarlar.
Bazen yollar öyle kar olur ki, yolunu bile bilemezsin. Bir yanın uçurumdur, bir yanın dağ. Olabildiğince dağa yakın gidersin, ama çok yavaş olursun, sürekli dönerek dağa tırmandığın için karşı taraftan gelebilecek araçları göremezsin, hep temkinlisindir. Gözlerini beyaz alır. Güneş gözlüğün yanında ise takarsın, çünkü bir süre sonra hiçbir yere bakamaz olursun, başın ağrır, gözlerin ağrır. Köye geldiğinde birkaç evin bacasının tüttüğünü görürsün, bu bile insanın içini ısıtır. Araçtan inersin, karlar diz boyunu geçmiştir. Zorla, düşmeden gidebilmek için birazda dikkatle, çalışacağın binaya gidersin, pantolonun kardan ıslanmıştır, üşürsün. Köyün muhtarı gelir yanına, işinizi bitirin eve gelin der. Çay yaptırıyorum size, ısınırsınız. Soğuktan donmuş bir şekilde işimizi bitirip muhtarın evine gidip bir bardak çay içmek için can atarız. Sonunda işimiz biter, muhtarın evine gideriz. Muhtarın eşi bize hemen birer bardak çay verir ve siz şimdi açsınızdır diyip sofra hazırlar. Yemeğin ne olduğu önemli değildir, o sofra tamamen içten hazırlanmış bir sofradır, ya kahvaltılıktır, yada bir çorba ve sıcak ekmek. O yemekleri ellerinize sağlık diyerek güzelce yerseniz. Onlar için bundan daha mutlu edici bir şey olmadığını görürsünüz. Çünkü köylerde dışarıdan gelene hazırlanan her sofrada, acaba beğenecekler mi? yiyecekler mi? endişesi olur. Biraz sohbet ederiz, onlar anlatır biz dinleriz, yaşadıkları şartlar gerçektende çok zor ve ağırdır. Yine içimizi bir burukluk kaplar, ama yapılabilecek bir şey yoktur. Onlar içinse oraya götürülen hizmet her şeye bedeldir. Sonuçta biz işimizi bitirmiş, ısınmış, üzerimiz kurumuş ve karnımız doymuş olarak köyden ayrılırız.
Karlı dağlardan aşağıya, kıvrıla kıvrıla inen yoldan, yaz ve kış arasında ki o koca farkı görerek aşağıya, şehre tekrar döneriz…
Yazları ise yol çekilmezdir, hava sıcaktır, her taraf tozdur. Ağaçlar yeşildir ama otlar sararmış ve kurumuştur, sıcaktan aracın camlarını açarsın, içeri toz dolar, gitmek zorundasındır. Dağlarda birkaç kilometrede bir çeşmeler vardır, az oralarda durursun biraz serinlersin. Artık oradaki suyun aksu mu, yoksa karasu mu olduğunu öğrenmişsindir. Aksu içimi hafif ve rahatlatıcıdır, karasu ise sert ve insanda şişkinlik yapan sudur. Gider çalışırsın, işinin süresine göre köyde kalırsın, işin uzunsa mutlaka seni misafir edecek birileri yanına gelir, kısaysa birer ayran verirler, sıcakta iyi gelir diye…
Eğer ekip olarak göreve çıkılmışsa, öğleye doğru beğendiğimiz bir çeşme başında, bir iki arkadaşımızı ateş yakması ve çayımızı hazırlaması için bırakırız. Döndüğümüzde yemeğimiz ve çayımız hazırdır, kısa bir moladan sonra, fazla oyalanmadan yolumuza tekrar devam ederiz.
Yarimi ellere verin/ Sevdamı yerlere serin/ Elleri bana gönderin/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar…….

Dağların büyüsü (3)


Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza alınırsa/ Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar….
İlkbaharda ağaçların yeşermeye başlamasıyla dağlar yeşilin en açık ve en canlı tonlarını alır. Her taraf yemyeşil çimenlerle kaplıdır. Yabani çiçekler sanki topraktan fışkırmış gibi her tarafı sarmıştır, renk renktir, sarı, mor, mavi, kırmızı, beyaz… Kimi meyve ağaçları da çiçek açmıştır, sanki kocaman bir çiçek buketi gibi, ara ara dağlara serpiştirilmiştir. Doğa için yaşam yeniden başlamıştır, hem de tüm hızıyla ve güzelliğiyle…
Yollar yağmurdan dolayı çamurludur. Dağlara doğru tırmanmaya başladıkça bulutlara yaklaştığını görürsün. Ve bir süre sonra bulutların üstündesindir. Bazen aşağısı bulutların arasından az biraz görünür, öyle mutlu olursun ki bulutların üzerinde olduğun için, sanki başka bir dünyaya çıkıyormuşsun gibi. Bazen de bulutlar o kadar yoğundur ki, sadece dağların doruklarını görürsün. Kocaman bir kazan, sanki buharlar çıkartarak kaynıyor ve kazanın içindekinin ne olduğunu bilmezsin ya öyle. Sanki pamuk şeker dünyasına gitmişte, oradan etrafa bakıyor gibisindir.
Bulutların üzerinde gökyüzü inanılmaz mavi ve parlaktır. Ama buralarda karların erimediği bir çok yer vardır. Karların eriyen kısımlarından ise çiğdem çiçekleri çıkmıştır. Sapsarı ve o kadar güzellerdir ki. Ben çiğdemlere bayılırım, bana hep baharın en güzel müjdecisi gibi gelirler. Mutlaka araçtan inip küçük bir demet çiğdem toplarım, ama kökleriyle beraber. Onun çiçeklerini suya koyar, köklerini ise kabuklarından ayırıp yersiniz. Köklerini saran kabuk çok ilginçtir, sanki liflerden bir ağ örmüşsün gibidir.
Çocukken, çiğdemler çıktığı zaman, mahalledeki tüm çocuklar önce çiğdemleri toplar, sonrada şarkısını söyleyerek kapı kapı dolanırdık. “Çiğdem çiğdem çiçecik/ yanakları küpecik/ verenin altın saçlı oğlu olsun/ vermeyenin kel kafalı kızı olsun..” her çaldığımız kapıdan bulgur, yağ, salça, kıyma alır ve o gün gönüllü olan anneye götürürdük, o da bize bulgur pilavı pişirirdi. Her tabağın üzerine de birer çiğdem konur ve o pilavın adı çiğdem pilavı olurdu.
Bulutların üzerinden daha da yukarılara çıkarak çalışacağımız köye gideriz. Burası bir yayla köyüdür, bilindik köylerin dışında, burada çayırlarda otlayan inekler veya kuzular değil, atlardır. Kar erimiş çimenlerin altı ıslak, ama çimenler ışıl ışıl, bastığın yerden sular fışkırıyor. Köy serin, ama güneşli, tüm renkler en canlı halinde, çalışırsın yine, işin belki yarım saattir, belki üç saat, belki de daha uzundur. Muhtar seni yemeğe çağırır, bir sürü yemek hazırlanmıştır, yemeğin yanında da çeşit olsun diye taze yayla peyniri, tereyağı, balı ve kaymağı konmuştur. Ekmekler mis gibi köy ocağında yapılmıştır. Ama yemek sana hiç cazip gelmez, o peynirin, tereyağın, kaymağın ve balın tadı o kadar güzeldir ki, başlarsın onlardan yemeye. Herkeste aynı his vardır, doymuşuzdur ama tekrar yemek için delice istek duyarsınız, dayanamaz tekrar yersiniz, hepimiz çatlayacak gibi oluruz. Bulutların üzerinde ki bu dağ köyüne, görevimiz yine çıksa da gelsek diye konuşuruz kendi aramızda....
Daha sonra işimizi tamamlayıp, muhtar ve köylülerle görüşüp, bulutların aşağısındaki yolumuzu tutarız.....
Kış ve bahar aylarında üstümüz başımız çamur içinde, yazın ise saçlarımızdan tutun, kirpiklerimize ve hatta burun deliklerimize kadar toz içinde, işyerine döneriz…
........
Mevsimi ne olursa olsun, dağların ve ormanların her köşesi öyle güzel ve baş döndürücüdür ki… Bunların kesinlikle bir mucize olmadığını, dünyanın tesadüfler sonucu oluşmadığını bir kez daha anlarsınız. Her şey o kadar kusursuz ve birbirini tamamlar ki, bir birine aykırı hiç bir şey yoktur. İşte o zaman evrenin bir bütün olduğunu, bizlerinde bütünün sadece küçük bir parçası olduğumuzu apaçık görürüz….

Zamansız mekânsız yolculuk...


Yemyeşil bir göl, etrafı ağaçlarla çevrili. Gökyüzü parlak bir mavi, ama güneş yok. Her yer yeşil ve mavi……Gölün ortasındaki sal, suyun etkisiyle hafifçe sallanıyor. Kadın gözlerini kapatıp salın içine uzanıyor, sanki başka bir zamana gitmek ister gibi….Sal sallanıyor, gözleri kapanıyor, ne uyku ne uyanıklık hali….Ruhunun bedeninden yavaşça uzaklaştığını hissediyor. Acaba hangi zamana ve mekana gidecek kendisi de bilmiyor bunu.Ama bildiği şu ki en sevdiği oyunun bu olduğu…Tek başına kaldığı zamanlarda huzur bulduğu bir oyun…Bekliyor, bekliyor.....

Anne ve baba konuşuyorlar. Baba, bu sefer olacak biliyorum diyor. Annenin ise canı biraz sıkkın, artık eskisi gibi yapamadığı için üzülüyor ve buna bir anlamda veremiyor. Kesin nazar değdi, bunu benden güzel hiç kimse yapamazdı, her şey aynı, yapan aynı, tarif aynı, malzemeler aynı, fırın aynı neden olmuyor ki?...Çocuklar heyecanla onlara bakıyor, anne hadi bir daha dene diyorlar. Baba anneye son bir destek daha verip, senin yaptığın gibi kimse yapamaz, hem güzel olmasa bile eminim tadı çok güzel olacaktır, bak hepimizin canı şimdi tatlı istiyor diyor.Anne aldığı desteklerin etkisiyle olacak ki, tamam diyor, bu sefer olacak. Geçen şekerini biraz fazla katmıştım, onun ölçüsünü azaltacağım.Ve başlıyor revani yapmaya. Önce şerbetini hazırlıyor, kaynaması için ocağa koyuyor. Bir taraftanda şeker ve yumurtayı çırpmaya başlıyor. Fırını ısıtıyor, revani hamurunu tepsiye döktükten sonra fırına sürüyor. Herkes fırının başında revaninin kabarmasını bekliyor. Fırının camından bakıp bu sefer kabaracak heralde diyorlar. Üzeri kızarmaya başladı, oluyor heralde….Fırın açılıyor, tepsi heyecanla çıkarılıyor….Ama revani tekrar sönüyor…Baba, şerbeti dökersek kabarır diyor, hemen soğuk şerbet dökülüyor, bekleniyor…Bekleniyor…Kabarmıyor….Annenin canı yine sıkılıyor, nerede hata yapıyorum acaba diye hayıflanıp duruyor..Baba onun üzülmesine hiç dayanamadığı için, yok yok onun tadı içindedir, senin yaptığın ne kötü oluyor ki diyor. Ve revani kabarmamış olsa da yenip bitiyor. Anne bu durumdan hiç memnun değil, iyice inada bindiriyor bu revani işini .Bu sefer soğuk fırına süreceğim….Olmuyor….Sıcak şerbet dökeceğim….Olmuyor….Kabartma tozunu biraz fazla katacağım….Olmuyor….Olmuyor….Olmuyor….Bir gecede 4 tepsi revani. Hepsi şerbetine kadar dökülerek hazırlanıyor. Anne üzülmesin diye yapılan tüm revaniler bu daha güzel olmuş diyerek yeniliyor. Herkes çatlamak üzere....Anne bu gecelik revani işinden pes etmiş, birazda üzgün....O arada baba teybin düğmesine basıyor, bütün akşam yapılan konuşmaları gülüşmeleri teybe kaydetmiş. Tam bir şamata…Hep beraber başlıyorlar gülmeye…Anne bir daha ki sefere kesin tutturacağım diyor kahkahalarla….. ..............Kadın gülümseyerek gözlerini açıyor... Çıktığı o küçük yolculuk öyle rahatlatmıştı ki onu…..Anne babasının yanında çocuk olarak kalmak çok hoşuna gitmişti….Salını gülümseyerek kenara çekiyor…Kendisini tüm sıkıntılarından arındırmış ve mutlu olarak, diğerlerinin yanına tekrar dönüyor