20 Ocak 2009 Salı

Uzak bir köy, asil bir kadın, Akgül...


Evin bahçesine doğru yönelince, kapının önünde bekleyen Akgül’ü gördü. Büyük ihtimalle Akgül onun geldiğini görmüş ve “acaba bana uğrayacak mı?” diye arada dışarıyı kontrol ediyordu. Zeliha gülümseyerek uzaktan el salladı. Şimdiye kadar Akgül’ü iki kez görmüştü, ama onu çok sevmişti.
Sanki yıllardır arkadaşmış gibi kucaklaştılar. Akgül, Zeliha’yı hemen içeri aldı, dış kapıdan girince ortada büyük bir sofa, hemen karşıda mutfak tezgâhı ve sofaya açılan dört tanede kapı vardı. Kapılardan biri oturma odasına açılıyordu ama Zeliha sofada ki yer minderlerini tercih etti, oraya oturdular. Akgül;
- Geldiğini gördüm, seni bekliyordum. Eğer gelmeseydin, yanına gelip seni buraya ben getirecektim.
- Buralara kadar gelip de sana uğramadan gider miyim hiç?
- Nasılsın Zeliha Hanım? İyi gördüm seni.
- İyiyim Akgül sağ ol. Bizim işler biliyorsun bitmiyor, baktım işçilerin kazım işleri uzun sürecek, biraz kendime mola verdim. Aslına bakarsan seni görmek, biraz sohbet etmek için geldim.
- Sağ olasın. Aç mısın? Çay, kahve ne alırsın?
- Eğer hazırda çayın varsa bir bardak içerim, başka bir şeye gerek yok.
O arada kızı Nurgül de odasından dışarı çıktı. Hemen hoş geldin diyip annesinin yanına kıvrılarak oturdu. Kedi gibi bir kızdı, sürekli annesine sokularak oturur, ya eli ya yüzü mutlaka annesine değerdi. Onyedi yaşındaydı, liseyi bitirmiş üniversiteye hazırlanıyordu. Üzerinde ona çok yakışmış olan bir kot pantolon ve t-shirt vardı. Şehir merkezinden oldukça uzak bir köydü burası, ama anne babası onun okumasını çok istiyordu.
Babası köyün muhtarıydı, oldukça ileri görüşlü, hoş sohbet ve köyü için gelecek hizmetleri destekleyen biriydi. Belki yaşlarının genç olması da buna bir sebepti, ama yine de her zaman böyle insanlarla karşılaşmak mümkün olmuyordu. Akgül’le birbirlerini severek evlenmişler, bir kız iki oğulları olmuştu. Ama Akgül kendisi gibi tek kız olan Nurgül’e çok düşkündü, kızını sürekli nazlandırıyordu, Nurgül de annesinden farksız bir şekilde onu nazlandırıyordu.
Akgül ile Zeliha’nın yaşları aynıydı, ama en büyük çocukları arasında on yaş fark vardı. Akgül sadece ilkokulu okumuş ve erkenden evlenmişti. Kızının okumasını ve çalışmasını çok istiyordu. Gerçi eşiyle çok mutlu olduğu her halinden belliydi, ama sanki okuyamamanın üzüntüsünü yaşıyor gibiydi. Kendisinin yapamadıklarını, kızının yapmasını istiyordu.
Nurgül çayları döküyor, onlar bir güzel sohbet ediyordu. Akgül’ün öyle güzel bir sohbeti vardı ki, onları izleyen biri olsa sadece birkaç kez görüşmüş olduklarını anlamazdı bile.
Zeliha arada çalıştıkları alana gidip yapılan işleri kontrol ediyordu, normalde hiçbir zaman iş bitene kadar oradan ayrılmaz, ayakta bekler, yapılan işi en ince ayrıntısına kadar takip ederdi. Ama yıllardan beri ilk kez aralarda kendine mola veriyordu. Bu Akgül’den kaynaklıydı, onda Zeliha’nın hissettiği bir şey vardı, bu asil bir ruhtu. Hem bedenen hem de ruhen bir güzelliği vardı Akgül’ün. Ruhunun güzelliği yüzüne vurmuş denen türdendi. Çok şey bilip az konuşan, mağrur, onurlu, asil bir güzellik, asil bir ruh.
Öğle saati yaklaşınca muhtar tüm çalışanları evine yemeğe davet etti. Akgül ne zaman o yemekleri pişirmiş, masayı hazırlamış Zeliha anlayamamıştı. Daha biraz önce beraber oturup çay içmişlerdi. Kendi kadar güzel ve lezzetli yemekleri büyük bir misafirperverlikle ikram etti. Karı koca hoş sohbet ve güler yüzle evlerine gelen misafirlerini bir güzel ağırladılar. Hem yapılan iş hakkında bilgi alıp, hem de ellerinden gelen yardımı esirgemeden köylerine verilen hizmeti takdir ediyorlardı.
Zeliha çalışma alanına geri dönünce, Akgül de onu yalnız bırakmıyordu. Yapılan işleri izliyor, çok fazla bir şey sormadan anlamaya çalışıyordu. Zeliha ilk kez bir köyde çalışmaktan bu kadar zevk almıştı. Artık işleri bitmişti, kim bilir bir daha ne zaman buraya tekrar gelecekti.
……….
Aradan iki yıl geçmişti, bir gün Zeliha’nın telefonu çaldı, ziyaretçisinin olduğunu söylediler. Zeliha merakla gelenin kim olduğuna beklerken, birden karşısında Akgül ile eşini gördü. Öyle sevindi ki, yine sarıldılar birbirlerine, kucaklaştılar. İkisinin de gözleri parlıyordu, hemen çaylar söylendi, hal hatır soruldu. Muhtar;
- Vallahi Zeliha Hanım, şehre geleceğimi duyunca Akgül bende geleceğim diye tutturdu, seni görmek istedi. Sadece senin için buraya geldi.
- Ne güzel etmişsiniz ama, nasıl mutlu oldum bilemezsiniz. Anlaşılan Akgül’le kalplerimiz karşılıklıymış, bende onu çok sevdim, ne zaman sizin köyden bahsedilse hep anlatırım sizi. Sayenizde köyünüzden de hep övgüyle söz ederim.
- Sağ olasın.
- Eeeee şimdi ben sizi yemeğe götüreceğim, eve gitmek için zamanımız yok ama dışarıda bir şeyler yeriz, sohbet ederiz. Ben Akgül’ün yemeklerini çok yedim, sıra sizde.
……….
İnsanlar arasında zaman, mekân, kültür farkı diye bir şey yok. Önemli olan insanların birbirlerini ruhen sevmeleri, anlamaları ve hissetmeleri. İnsanı insan yapan en büyük erdem, onun zenginliği, güzelliği, okumuşluğu, okumamışlığı, yaşam düzeyi, çevresi değil. İnsanı insan yapan, içinde barındırdığı ruhu, ruhunda ki asaleti.
Akgül’ün hiçbir zaman bu yazıyı okuma fırsatın olmayacağını biliyorum Ama yine de ben bu küçük hikâyeyi Akgül’e armağan ediyorum.
Şehirden çok uzak bir köy yeri, asil bir kadın, Akgül.


16 Ocak 2009 Cuma

Kadının renkleri.....


İster yedisinde, ister yetmişinde, kadın değil midir dünyayı güzelleştiren renklendiren? Hayatlara anlam katan, her ruh halinde büründüğü renkleri ile dünyamızı canlandıran. Sadece onun rengine göre bir dünya kurulan. Kadın renktir, hem de her renktir. Kadın hayattır, hayatın anlamıdır, neşedir, kederdir, deliliktir, ama kadınlar dünyanın en güzel renkleridir.
Kadın beyazdır; masumdur, temizdir, korunmaya ihtiyaç duyar, ama korunmasız olduğundan değil, sadece sığınabileceği bir yerin olduğunu bilmek istediğinden…
Kadın kırmızıdır; ateşlidir, heyecan vericidir, öfkelidir, damarda ki kandır, olmazsa olmazdır…
Kadın sarıdır; güneştir, parlar, yaydığı sıcaklık herkesi ısıtır, gün gibi etrafını aydınlatır, karanlığı sevmez, çalışkandır…
Kadın mavidir; sudur, gökyüzüdür, nettir, yalan dolan istemez, aklının yatmadığını kabul etmez, ufku gökyüzü kadar geniştir, akıldır…
Kadın kahverengidir; anadır, topraktır. Karşılık beklemeden verir, elinde ki her şeyini seve seve büyük bir keyifle sunar, cömerttir, vazgeçilemezdir…
Kadın mordur; hercaidir, delilik çılgınlıktır, neşe ve hüzün aynı andadır, bir güvenir bir güvenmezsin ama bu heyecanın bir parçasıdır, soru işaretidir…
Kadın turuncudur; mutludur, en şefkatli, sevecen, neşeli, sevimli halindedir, özverilidir. Sevdikleri için her şeyi yapabilecek güçtedir…
Kadın siyahtır; mutsuzdur, üzgündür, karamsardır, hayat çekilmezdir…
Kadın yeşildir; hayattır, ağaçtır, yapraktır, çimendir. Renk renk çiçekler açar, meyve verir, çoğalır, soluduğumuz havayı değiştirir, nefes almamızı sağlar. Hayatımıza aynı anda birkaç renk birden sunar, ta ki ona bakmayı ihmal edene kadar…
Kadın pembedir; çocuktur, yaşı isterse yetmiş olsun hâlâ küçük bir kız çocuğu gibi ilgi bekler, sevgi bekler, şımartılmak ister…
Kadını kadın yapan onun renkleridir. Hangi kadının çekim alanındaysanız farkında olmadan onun renklerine bürünüverirsiniz. Ama farklı olan bir şey var ki, o da sizi onlara bağlayan renklerin tonlarıdır. Kadınları birbirinden ayıran en büyük fark işte budur.
Kadınları anlamak zordur, en üzgün halinde kalkıp deliler gibi göbek atar, ağız dolusu kahkahalar savurur. Ya da saatlerce temizlik, yemek, ütü yapıp, şarkılar söyler. Bir bakarsınız gözyaşları pınar olur, gözleri şişene kadar saatlerce ağlar. Sanki hayata küsmüş gibidir, korkarsınız, endişelenirsiniz. Ama nasıl olursa olur, büyük bir inatla hayata yeniden sarılır, hem de kopmayacak bağlarla. Yaşama sevinçleri en son nokta da olsalar bile tükenmez, çünkü onların renkleri vardır, renklerin biri, ikisi hatta üçü, beşi solsa bile mutlaka geride hala canlı olan birkaç rengi vardır, onlar diğerlerini tetikler, yeniden hayata döndürür.
Kadınların renklerini yok edemezsiniz, artık onları hiç sevmediğinizi söyleseniz, üzseniz de, kırsanız da, ezseniz de o renkler yok olmaz. Belki solar, eskisi kadar parlak olmaz ama o renkler hep onlarda kalır. Renkler kadınların kodudur, değişmez…
Ve eğer bir gün o soluk renklerin güzelliği yeniden fark edilip, sevilirse, o solan renklerini en parlak halinde yeniden çevresine sunar… Hayat yine onun etrafında hızla dönmeye başlar…
Kadınlarda ki renklerin güzelliğini görebilmenin tek bir yolu vardır, hiçbir rengi değiştirmeye kalkmadan onları olduğu gibi sevebilmek, kabul etmek…
İşte o zaman renklerin cümbüşünden gözlerinizi alamazsınız…



8 Ocak 2009 Perşembe

Üç ince anahtar...


Çok fazla konuşmaya gerek duymuyorlardı. Aslında anlatacak ve söylenecek çok şey vardı. İkisi de sessizdi, fakat rahatsız değillerdi bu durumdan. Bir araya geldiklerinde hep böyle olurdu, sanki söylenecek her şey, her soru işareti birden bitiverirdi. Nasıl olduğunu ikisi de bilmiyordu, ama yan yana iken tüm soruların cevapları hiç konuşmadan yerini bulurdu. Yapbozun eksik parçaları gibiydiler, ayrıyken anlamsız ve karmaşık, birlikteyken bütün ve eksiksiz.Ne zaman biri tedirgin olsa diğeri küçük bir bakış, hareket veya bir, iki kelime ile tedirginliği aniden ortadan kaybediverirdi, sonra bu duruma gülümserlerdi. Karşısındaki sanki kendisiymiş gibi tedirginliğin ve sakinleştirmenin anlamını anlarlardı. İkisi de huzurun ve güvenin bu olduğunu çok önceden fark etmişlerdi.
Yang ellerini Yin’in omuzlarına götürüp, kendine doğru çevirdi. Yin’de onu çevreleyen ve koruyan kalın bir duvar vardı, aslında şifreyi bilirse girmesi çok kolaydı. Yang, Yin’in gözlerine bakıp şifreyi sordu.
-Duvarın kapısı için üç ince anahtar var, üçü de birbiriyle bağlantılı, biri diğerini onaylamadan öbür kilit açılmıyor, dedi.
Sonra Yang’ın gözlerinin içine bakarak;
Gözlerin gözlerimin içine bakarken,
Bakışın günışığı huzmesi gibi içime girmeli.
O ışık huzmeleri,
Önce kalbime, sonra beynime
Bakışını kaydetmeli.
Omuzlarımdaki ellerinin
Yumuşak dokunuşu,
Tenimin hafızasına kaydedilmeli ki!
Her dokunduğunda sen olduğunu anlayayım.
Bedeninden önce,
Ruhun beni kucaklamalı.
Ruhundaki aşkı ve sevgiyi her hücremde hissetmeliyim.
- Bu üç kilidi doğru anahtarlar ile peş peşe açabilirsen, duvarın kapısı kendiliğinden açılacaktır. Ta ki… Sen bu anahtarları kullanmayı unutana kadar. Ve şunu sakın unutma, eğer anahtarların birini bile kaybedersen veya kullanmayı unutursan, bu kapı bir daha aynı anahtarlar ile asla açılmayacak.
Yang’ın gözlerinde birden bir gülümseme belirdi, o gülümseme gözlerinden yüzüne ve tüm vücuduna yayıldı, oradan da ruhuna. Bakışı Yin’in gözlerinden girip kalp ve beynine ulaştı. Yin’in ruhu kollarını açmıştı, Yang’ın sevgi dolu ruhu ile kucaklaştı ve Yang’ın elleri Yin’in teninde bir sıcaklık yaydı, omuzlarından sırtına doğru gidip tüm sevgisi ve gücü ile sımsıkı kucakladı.
- Evet… İşte bu, kapıyı açtın.
- Üçünü de doğru kullanabildim mi?
Yin gülümsedi, bu sorunun cevabı zaten içindeydi.
- Günüm, her günüm, her şey hep bu kadar güzel olsa….
Yang hafif bir tebessüm ettikten sonra yine sustu…
Yin cevabı kulaklarıyla duyamadıysa da, kalbi çoktan cevabı almıştı.

Eskidendi, çok eskiden...


Biraz nefes almak, anılarla tek başına kalmak iyi olacaktı. Evin bahçeye açılan kapısından dışarı çıktı. Hava oldukça soğuktu, üzerine montunu almaya gerek duymadı. Çocukluğunun büyük bir kısmının geçtiği memleketinin tüm kokusunu, soğuğunu içine çekmek istiyordu. Burada havanın kokusu bile değişikti, ya da ona öyle geliyordu. Sigarasını hemen yakıp, derin bir nefes çekti. Çocukken ona kocaman gelen bahçe şimdi öyle küçük göründü ki gözüne. Eve ilk girince de aynı şeyleri hissetmişti, hatta kardeşi ve kuzeniyle de aynı şeyi konuşmuşlardı, “her şey ne kadar küçükmüş, ya da biz çok büyümüşüz” diye. Ama her şey bu kadar küçük olsaydı onca kişi burada nasıl yatar kalkar, yemek yerdi. “Sanırım o zamanlar gönüller çok büyüktü” diye düşündü.
Evin iki girişi vardı. Birincisi ön kapı, kocaman taş merdivenleri olan görkemli bir kapı. İkincisiyse arka kapıydı, çıkmaz sokağın en sonundaki ev olduğu için sokağın adı da büyükbabasının soyadını almıştı, Yetkin Çıkmazı. Bu kapıdan girince önce büyük ve bakımlı bir bahçeye girer, sonra merdivenlerden balkonlu olan kısma çıkılır ve eve girilirdi. Evin ortasında kocaman uzun bir salon vardı, nerdeyse onbeş metre boyunda, beş metre genişliğindeydi. Bu salona dört tane kapı açılırdı, mutfak, misafir odası ve yatak odaları, banyolar yatak odalarının içinde dolap gibi bir kısımdaydı.
Balkonlu kısımdan bahçeye bakıldığında hemen karşıda boydan boya bir kümes, kümesin hemen yanında çıkmaz sokağa açılan arka kapı vardı. Kümesin önündeki bahçeye genelde maydanoz, marul, yeşil soğan ekilirdi. Sağ taraftaki bahçede mevsimine göre sebzeler olurdu, biber, domates, fasulye, mısır ve bir ayva ağacı. Sol tarafta tahıl ambarı, çamaşır yıkama taşı, tulumba. Onların yanında kocaman bir ocak ve eski evlerin çoğunda bulunan taş fırın vardı. Orta kısım ise yine bahçe olarak tasarlanmış bir yerdi, burada ise çeşit çeşit çiçekler ve kiraz, elma, dut ağacı vardı. Her şey öyle güzel düzenlenmişti ki, bahçe dışında kalan kısımlara düzgün bir şekilde beton dökülmüş, her taraf tertemizdi. Evin altında iki tane mağaza vardı. Bunlardan sol tarafta olan mağaza ardiye olarak kullanılıyordu, bağdan gelmiş meyveler, turşu, peynir, yağ, pastırma-sucuk, kısacası tüm ev erzakları. Sağ taraftaki mağaza ise odun kömür deposuydu, her zaman tıka basa dolu olurdu.
Bu eve gelmeyeli beş altı yıl olmuştu, ama o zamanlar bugün hissettiklerini hissetmemişti. Ev iki yıldır kapalıydı, anneannesini kaybettiklerinden bu yana ilk kez geliyordu. Dayısı bayramı orada geçirmeyi düşünmüştü, önceden gelip evi bir güzel temizletmiş ve her şeyi tıpkı eski günlerdeki gibi hazırlatmıştı. Evin her tarafında sobalar yanıyordu, sobanın sıcağı, kokusu evi sarmıştı. Baklavadan su böreğine, dolmalardan keşkeğine, çöreklere kadar her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Her şey eski günlerde ki gibiydi. Tek fark ortada dolaşan büyükler onlar olmuş, çocukları ise onların yerini almıştı.
Evin her yeri canlıydı, kendini evin ruhuna teslim ettiğinde, ortada dolaşan çocukluğunu görebiliyordu. Her tarafta birileri vardı, gülmeler, oyunlar, yaramazlıklar, koşuşturmalar. Her yer anıydı ve bir film gibi izleyebiliyordu her şeyi. Eski eşyaları ve evleri çok severdi, orada yaşanların, onları kullananların ruhunun hala orada kaldığına inanırdı hep, ama ilk kez o ruhları bu evde gördü. Kendini yanında koşarak geçerken, kardeşlerini, kuzenlerini, anne-babasını, dayılarını, teyzelerini, anneanne ve büyükbabasını, hepsi oradalardı, her köşeden birisi çıkıyordu, evin içi hatıralarla canlanmıştı. Ev hala canlıydı….
Fazla sürmeden yanına kardeşi ve kuzeni geldi. Balkon kapısının önünde hemen eski günler konuşulmaya başlandı, hepside aynı şeyi görmüştü.”Hatırlıyor musun şurada” diye başlayan her cümlede üçünün de gözleri o noktaya odaklanıyor, geçmişi çocukluklarını tekrar yaşıyorlardı. Arada camdan içeriye bakıp çocuklarını kontrol ediyorlar, onların tıpkı kendileri gibi neşe içinde oynayıp eğlendiklerini görünce içleri daha da ısınıyordu.
İçerde ise dayısının gözlerinde ki mutluluk, “iyi yapmışım beee” ifadesi, evin en büyüğü olmanın verdiği onur her halinden belliydi. Oğlunun, kardeşinin ve yeğenlerinin onu yalnız bırakmamış olması onu daha da onura etmişti. Zaten onu babası gibi severdi, kardeşi ile arası bir yaş olduğu için çocukluğunun büyük bir kısmını dayısı ve yengesi ile bu evde geçirmişti, hatta çocukken dayısına baba bile derdi. Kendi babasını kaybettiğinden bu yana dayısına daha da düşkün olmuştu. Onları sık sık arar, hal hatır sorardı. Dayısının da yengesinin de az emekleri yoktu üzerinde, onun her nazına pozuna oynar, onu mutlu ederlerdi. Çocukken dayısının geleceği saatlerde camları açar beklerdi, acaba bana bugün ne almış diye, bir bakardı camdan çikolatalar, kuruyemişler, oyuncaklar düşüyor, hemen koşardı kapıya, atlardı dayısının omuzlarına, bir süre boğuşup oyun oynarlardı. Onun oğlu da kardeşi gibiydi, kendisinden beş yaş küçük kardeşi. Bütün kuzenlerini severdi ama o başkaydı, o öz kardeşlerinin değerine diğerlerinden daha yakındı.
Oda da kimseler yokken birkaç kere dayısına sarıldı, “iyi ki gelmişsin dayı, ne güzel yaptın böyle, her şey tıpkı eski günlerde ki, eski bayramlarda ki gibi” diye. Dayısı gerçekten de herkesi mutlu etmişti. O evde hiç geçmişleri olmayan çocuklar bile çok mutlu olmuşlardı.
Üç kuzen bir karar aldı, yazın hepimiz aynı zamanda gelelim, tüm aile, kuzenler ve çocuklarımız diye. Yıllardır böyle bir şey yapılmamıştı, belki yine yapılamayacaktı, herkesin işi gücü, hayat telaşı farklıydı, ama yinede üçünün de içine bir umut doğdu, daha doğrusu üçü de bunun olmasını candan istedi. Kim bilir belki başarabilirlerdi, bunu zaman gösterecekti.
………………………
Hani herkes arkadaş/ Hani oyunlar sürerken/ Hani çerçeveler boş/ Hani körkütük sarhoş gençliğimizden/ Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken/Eskidendi, eskidendi, çok eskiden…………
………………………

Tekâmül ve farkındalık...


Hayatınıza geriye doğru bakmayı denediniz mi? Geride bıraktığımız onca ruha. Yaşamımızın bir evresinde hayatımıza girmiş olup, daha sonra kendiliğinden yok olan ruhlara, ya da yok olmamış sadece bizim için konum değiştirmişlere.
İnsan ruhu belirli bir seviyeye ulaşabilmek için sürekli tekâmülden geçer. Yaşadığı her olay, o olayla ilgili her insan bu sürecin bir parçasıdır. Çoğu zaman bunun farkında bile olmayız, her şeye tesadüf gözüyle bakarız. Ya da yaşamımızın değerini ve amacını bilmeden kendimize olmadık sıkıntılar vererek üzüntüye boğarız. Görmeyi reddederiz, farkında olmayı da..
Buradaki en önemli şey farkındalıktır. Yaşam amacımızın, yaşama nedenimizin neler olduğunu kendimizce süzebilmek ve içinden öğrenmemiz gereken kısımları almaktır. Tekâmülün anlamına gelince:
Tekâmül sözcük anlamıyla gelişme, olgunlaşma, evrim anlamına gelmekte olup, farklı alanlarda farklı ve özelleşmiş anlamlarda kullanılan bir terimdir. Maneviyatı ilgilendiren alanlarda biyolojik evrim ya da maddi evrim anlamında kullanılmaz. Deneysel spiritüalizmin temel ilkelerinden biri olan tekâmül ya da ruhsal tekâmül, bu alanda ruhsal gelişim anlamında kullanılmaktadır. Kısaca ruhların madde evrenindeki görgü ve deneyimini arttırması olarak tanımlanır.
Farkındalığı özümseyebilmek için, öncelikle hayatta hiçbir şeyin tesadüfen olmadığını kavramamız gerekiyor. Karşılaştığımız her insan, o insanla ilgili her olay bizim ruhsal gelişimimizin bir parçasıdır. Hiç kimse hayatımıza öylesine girmemiştir, hepsi bizim hayat amacımıza hizmet için, ruhsal tekâmül yolumuzda bir rol almıştır.
Bunların kimileri hayatımıza hemen girip çıkmıştır, kimi aylarca yıllarca kalmış ve bir gün aniden ortadan kaybolmuştur. Ya da birden eski önem ve yerini değiştirmiş başka önem ve konuma geçmiştir. Kimisi aklımıza bile gelmezken, ancak hafızamızı çok yoklarsak bulabileceğimiz kadar hayatımızda yer etmiştir. Kimisi sadece bir başka olaya geçiş için köprü olmuş, kimisi bizi o anlık bir tehlikeden korumak için, kimisi bizi uyandırmak, kimisi olayları hafif atlatmamız için uyumamıza yardımcı olmuştur. Ve hepsi bizim amacımıza ulaşabilmemiz için orada bulunmuşlardır. Hepsinden bir şeyler öğrenmiş ve bizde onlara bir şeyler öğretmişizdir. Kiminden sevgiyi, şefkati, merhameti, kiminden nefreti, kötülüğü, kiminden iyiliği, aşkı, ihaneti... Bunları o kadar çok uzatabiliriz ki, eğer geriye dönüp bakarsak ne kadar çok insandan ne kadar çok şey öğrendiğimizi apaçık görürüz. Zamanla bunları kendi ruhumuzdan süzeriz, kalanlar ise kendi ruh yolculuğumuzda bize eşlik eder.
Genel olarak düşünürsek, evren bize hizmet için, biz evrene hizmet için yaratılmışızdır. Her şey bizim için düşünülmüş ve tekâmülümüz için gereken her şey içinde sunulmuş, bizden farkında olmak beklenmiştir. Eğer bunu kabullenip, içimize sindirebilirsek her şeyin hem bize özel, hem de bize özel olmadığını çok daha iyi görebiliriz. Bizim hayatımıza etki eden ruhlar gibi, bizim de onların hayatında bir yer bıraktığımızı anlarız. Kesinlikle unutmamamız gereken bir şey var ki, hayatımızın kesiştiği veya teğet geçtiği tüm insanlar (ruhlar) ne şekilde olursa olsun mutlaka hayatımıza bir anlam ve yön vermek için o zamanda ve o yerde bulunmuşlardır. Tıpkı bizim gibi, bizimde başkalarının hayatında olduğumuz kimileri gibi.
Yaşamımızda, iyi veya kötü diye ayırt etmeden her şeyi bir bütün olarak sevgiyle kucaklayabilirsek, elin bir parmağı iken eli oluşturan bir bütün olduğumuzu, elin ise bedeni bütün yapan bir parça olduğunu görebilirsek bazı şeyleri anlamamız eminim çok daha kolay olacaktır.
Şimdiye kadar karşılaştığım tüm insanlara ve bundan sonra da karşılaşacaklarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Umarım hayatımız hep güzel noktalarda kesişir. İç yolculuğumuzun keyfine vararak, farkında olarak

Kırlangıçlar...


Canım önüne birazda ekmek kırıntısı koyunca tamamdır. Artık rahatça uyuyabiliriz. Hava çok soğuk, her taraf kar, buz. Yazık, o küçücük serçeler nereden yiyecek buluruz diye oradan oraya uçuşup duruyorlar. Sabah ki turlarında bizim ekmek kırıntılarını görünce sevinirler. Hoş alıştılar artık, perdenin kenarından onlara bakınca kaçmıyorlar. Her gece canım önüne ekmek kırıntılarını bırakmayınca bizimde içimiz rahat etmiyor artık.
Buralarda kış çok fazla olmaz, ama olunca da bir hafta, on gün ne kar kalkar, ne de buz. Serçelere ekmek vermek çocukların çok hoşuna gitti, tabi benimde. Herhalde annelik içgüdüsü ağır bastı yine, küçücükler ya, korumasızlar ya…
Serçeler için hep böyle düşünürdüm, onları çok severdim. Ta ki, kırlangıçları görene, onların yaşamlarını izleyene kadar.
İlkbahar gelmişti, göçmen kuşlar yavaş yavaş buralara gelmeye başlamışlardı. İşyerim hemen ırmağın kenarında. Irmağın üzerinde küçük küçük kuşlar bir oraya bir buraya uçuşup duruyorlar. Bir şeyler yaptıkları belli ama ne? Sonra fark ettim ki gagalarıyla ırmağın çamurundan taşıyıp, kendi tükürükleri ile karıştırıp yuva yapıyorlar. Her gidip gelmelerinde anca bir gram kadar, belki de daha az çamur taşıyorlardı. Binanın tam köşesine, üstü kapalı olan yerine ve benim camdan bakınca rahatlıkla görebileceğim bir yere yuvalarını yapmaya başladılar. İki taneler, o küçük gagalarıyla nasıl uğraşıyorlar. Biri gidince diğeri gagasıyla düzeltiyor, hem de yuvalarına bekçilik yapıyor, sonra diğeri gidiyor. Küçücük bir aile, iş bölümü bile yapıyorlar, her şey sırayla. Bal peteği gibi, yusyuvarlak bir yuva.
Bir hafta içinde yuvaları bitti, onlar kadar bende sevindim. İlk başta hiç bitmeyeceğini düşünmüştüm, bazen kendimi kaptırıp ya şurasını biraz daha düzeltseler keşke bile dedim.
Yuvanın içine tüyler taşımaya başladılar, kendilerine sıcak bir yuva yapmışlardı. Bir süre sonra Kırlangıçlardan biri sürekli yuvada, diğeri ona yiyecek getirip götürmeye başladı. Yuvayı hiç yalnız bırakmıyorlardı.
Bir gün yuvada sürekli kalan kırlangıcın sesiyle başımı çevirdim. Beş altı tane serçe yuvayı bozmaya başlamışlardı. Kırlangıçların içine girdiği küçük deliği parçalıyorlar, her tarafa küçük tüyler savruluyordu. Yuvanın içinde iki yumurta var. Serçeler parçalıyor her şeyi. Fazla sürmüyor, yuvanın yarısından çoğu yere düşüyor, darmadağın olmuş her şey.
Sanki o saldırı bana yapılmış, evime yapılmış gibiydi. Elim yetse, oraya ulaşabilsem, kovalayacağım serçeleri ama imkânsız.
Yuva dağılıp, yumurtalar kırılınca serçeler gittiler. İki kırlangıç başladılar yuvanın içindeki kırıntıları aşağıya atmaya, yuvayı temizlemeye. Ve ırmaktan yeniden çamur taşıyıp, tükürükleri ile birleştirip, dağılmamış olan kısımların üzerine yeniden yuvalarını yapmaya. Ve tekrar yaptılar…
Hala kış gelince camın önüne serçeler için ekmek kırıntıları koyuyoruz, belki önceki kadar hevesle ve sevgiyle değil ama yine de koyuyoruz, kış soğuk, yiyecek yok.
Ne zaman bir serçe görsem, yüzlerinde hep bir hainlik varmış gibi, kırlangıçların yüzünde ise hep bir gülümse varmış gibi gelir. Mutlaka yaşadığım olayların etkisiyle böyle görüyorum, bunu da biliyorum. Yine de elimde değil, serçelere çok kızgınım.
Şu bir gerçek ki gördüklerim ve hissettiklerim tamamen insani şeyler, korumacılık, taraflı bir bakış. Doğal yaşam acımasız, var olabilmek için mutlaka birileri diğerini yiyecek, yok edecek. O diğeri de kendinden daha zayıf olanları. Doğanın kanunu bu. Ekolojik sistem böyle, hayatta kalabilme şartı bu.

Ne mutlu onlara...


Bu aralar acayip duygusallaştım. Normalde de duygusal biriyimdir ama çoğu zaman belli etmemeye çalışmışımdır, duygusal olmak zayıflık gibi gelmiştir bana. Ne yazık ki artık olmuyor, elimde olmadan gözlerim birden dolu veriyor. O zaman kimse beni görmesin diye ne sağa sola bakınıyorum, ne de konuşuyorum, başımı bir yöne sabitleyip öylece duruyorum.
Geçen gün annem geldi, çok eski bir tanıdığın kızının düğünü olduğunu, düğüne gitmeyi çok arzu ettiğini ve onu götürüp götüremeyeceğimi sordu, “tamam, beraber gideriz, hem bende o düğüne gitmeyi çok isterim, gerçi bana davetiye gelmedi ama gelemeyeceğimi düşünmüşlerdir büyük ihtimalle” dedim. Bu tanıdıklarımız ben liseye giderken taşınmış olduğumuz apartmandan komşularımızdı. Kızları Çiğdem o zamanlar ilkokula bile gitmiyordu. Çok sevimli, neşe dolu bir kızdı. Babası babamla arkadaştı, çok saygıdeğer, beyefendi bir öğretmendi kendisi. İsmail amca babamla arkadaştı ama çocukları çok küçüktü, ilk başta bize garip gelmişti. Daha sonra öğrendik ki Çiğdem’i evlatlık edinmişler, bir çocuk ancak bu kadar sevilebilir, pohpohlanabilirdi. Bebekken bir gün rahatsızlanmış doktora götürmüşler, doktor “bu çocuğu hiç mi ağlatmadınız, her istediğini yapmışsınız, biraz ağlatın, kalbi yağ bağlamış, ağlamak iyi gelir” demiş. Tabi bu kısmı o zamanlar duyduklarıma göre söylüyorum, tıbbi olarak ne kadar doğrudur bilemem. Ama çok iyi bildiğim bir şey var ki, o da Çiğdem’e çok değer verildiğiydi.Dün gece Çiğdem’in düğünündeydim. Nasıl da güzelleşmiş, boylu poslu sülün gibi bir genç kız olmuş. Polis kolejini bitirmiş, eşi de aynı meslektenmiş, birbirlerine çok yakışmışlar. Gerçi klasik bir düğündü, eşler farklı memleketten olunca çift düğün yapılır ya, düğün tek taraflı gibi olur öyleydi, ama aralarda eski tanıdıkları, komşuları görmekte çok mutlu ediciydi.
Düğün salonuna gidince İsmail amca ve Şadan teyze beni gördüklerine öyle mutlu oldular ki, birbirimize sarıldık, öpüştük. Şadan teyzeye “Çiğdem ne kadar güzel olmuş öyle, su gibi” dedim, o da “tıpkı sana benzemiş değil mi, bugün bende onu sana çok benzetmiştim” dedi. Yerimize geçtik, oturduk, gözümü Çiğdem’den ayıramadım, bütün gece onu izledim. Bir ara anne babasını zorla oynamaya kaldırdılar, önce biraz çekindiler ama sonra öyle mutlu bir şekilde oynadılar ki kızlarının düğününde, gururla. Ve ben de koptum bu arada tabi, gözlerim yine dolmaya başladı. İçimden dua ettim her zaman mutlu olsun, yüzü hep bugün ki gibi gülsün diye. Her zaman şansı öyle bir anne babaya sahip olduğu gibi açık olsun diye.
Bir ara annem bana bir şeyler söyledi, bakmasam olmaz, anneme hemen kısadan cevap verip başımı tekrar çevirdim. Tabi anne bu, anlamıştır neye duygulandığımı, ayıp değil ya canım.
Düğünden ayrılırken hemen Çiğdem’in yanına gittim, onun o güzel pembe yanaklarından öpüp mutluluklar diledim. İsmail amca ve Şadan teyzeyle de görüşüp eve döndük. Umarım o güzel insanlar torun sevgisini de tadarlar. Çünkü bunu sonuna kadar hak ediyorlar. Ne mutlu onlara, gerçek anne babası terk etmiş küçük bir kıza anne baba oldukları ve tüm sevgilerini ona verdikleri için, ne mutlu onlara hayatlarına küçük bir kız çocuğu ile renk kattıkları için, ne mutlu onlara kızlarını okutup meslek sahibi yaptıkları için ve ne mutlu onlara kızlarını telli duvaklı gelin yaptıkları için. Ne mutlu bizlere ki öyle insanları tanıdığımız için.

Anneanneme...


Bütün gün evin arkasındaki sokakta ve kocaman bahçede oynadıktan sonra, akşama doğru herkesin karnı kurt gibi acıkmış bir şekilde eve koştururduk. Yaz gününün o sıcakları hiç birimize dokunmazdı. Hoş, ilçede yazları hava diğer yerlere göre serin olurdu ama yine de yaz günü, ne kadar serin olsa da o sıcak altında koşturarak deli gibi oynamak hepimizi yoruyordu. Tabi ki bir süreliğine, karnımızı doyurana kadar geçen sürede herkes eski enerjisini topluyor, deli fişek gibi bahçeye tekrar fırlıyorduk.Yaz tatillerinde en çok anneannemlere gitmek hoşumuza giderdi. Hele teyzemler de gelmişlerse, ev tam bir curcuna olurdu. Dile kolay on iki çocuk, on iki büyük. Biz eve acıktık diye koşturunca anneannem bir gayret yemek yapmakla uğraşıyor olurdu, hiç birimize kızmaz hadi hemen elinizi yüzünüzü yıkayın gelin derdi. Yıkar gelirdik bir sıra dizilirdik, başlardık “hadi anneanne bize Adile Naşit taklidi yap”, “yok, olmaz, şimdi yemek yapıyorum, bak büyükbabanız kızar sonra, yemek nerde kaldı der, önce yemekleri yiyelim, ben sonra size odada yaparım söz” derdi. Ama çoğu zamanda bizim ısrarlarımıza dayanamaz başlardı Hababam sınıfının son sahnesindeki bale gösterisine. Üzerinde elbisesi, yemek pişirirken kullandığı önlüğü, başında tülbendi ile, güya ayak parmaklarının ucunda, ellerini havaya kaldırıp indirerek bize bale gösterisi yapardı. Hepimiz pür neşe içinde, “ne olur az daha yap, biraz daha, ne olur….” derdik.Anneannem 1.50 cm boyunda, ufak tefek, tombul bir kadındı. Sanırım boyu ve kilosu yüzünden onu Adile Naşit’e benzetirdik, onun da hoşuna giderdi. Aslında en çok onun neşesi , gülmesi, çocuklara olan düşkünlüğü ve hayat dolu olması benzetme nedenimizdi. Ne çocuklarını ne de torunlarını ömrü boyunca hiç kırmamış bir insandı. Nereye gitse hiç kimseyi unutmaz, herkese hediyeler getirirdi. Hatta bu hediye getirme huyu bizler evlenip çocuk çoluğa karışınca bile devam etti. Bu sefer çocukları, torunları ve torunlarının çocuklarına da, hiç kimseyi unutmadan. Herkesinki sadece kendisine özeldi, hiç biri öylesine alelade alınmış hediyeler değildi, özenle seçilmiş ve paketlenmiş şeylerdi.Bugün müzik kanallarını dolaşırken Sertab Erener’in “yeni bir aşk, yeni bir iş, yine gülecek bir neden lazım…” şarkısı çalıyordu, birden aklıma anneannem geldi, bayılırdı bu şarkıya. Bizde dalga geçerdik, “anneanne hayırdır, ne oluyor” diye. “Ne yapayım, çok hoşuma gidiyor bu şarkı” derdi. Bu arada Tarkan’ı da çok severdi, en favorisi oydu. İşte anneannemde bugün aklıma birden böyle geldi. Pamuk kadın…Hep genç ruhluydu, ömrünün çoğunu büyükbabamın, çocuklarının ve torunlarının peşinde koşturarak geçirmişti. Bayılırdı gençlerle sohbet etmeye, oturmaya, kaynatmaya. Herkesle konuşacak bir şeyler bulur, her ortama neşe katardı.En küçük teyzem benden dört yaş büyük, ablamdan ve büyük teyzemin kızlarından da üç dört yaş küçüktü. Bütün çocuklarını kendi istedikleri kişilerle görücü usulü ile evlendirmeye alışkın olan anneannemler, teyzem anlaşarak evlenmeye kalkınca önce epey bir olay oldu, ama teyzemin o kadar çok istediğini görünce dayanamadılar tabi, tamam dediler. Daha sonra torunlarda hep kendi istedikleri ile evlenmeye başlayınca bir gün dayanamadı, “ya bu aşk nasıl bir şey acaba? ben hiç aşık olmadım” dedi, sonra anneme dönüp, “sende olmadın di mi kızım, keşke bizde aşık olsaymışız, nasıl bir şey olduğunu biliyor olurduk şimdi”. İşte bu benim anneannem.
Onu kaybedeli iki yıl oldu. Ama ondan tüm çocuklarına ve torunları öyle bir miras kaldı ki, bu parayla alınacak bir şey değildi. Bu genç ruhtu, hayattan zevk almaktı, her kötü şeyden bile güzel bir şeyler bulup çıkarmaktı, çocuklarla arkadaş olmaktı, hangi yaşta olursan ol yaşlanmamaktı…Teşekkür ederim anneanne, iyi ki senin gibi tatlı, senin gibi pamuk bir kadın benim anneannem olmuş. Nur içinde yat…

Ah nerede...


Bir gün işim gücüm yok, evde tek başına oturuyorum. Televizyon kanallarını geziyorum, ama hiçbir yerde bir şey yok. Birden kanalların birinde 70’li yıllara ait bir Türk filmi buldum. O dönemin filmlerini izlemek bana hep zevk vermiştir. Hem eğlenceli, hem duygusal olur ama sonunda hep mutlu olursun. Herhalde beni o dönemin filmlerine bağlayanda mutlu sonla bitmeleri. Filmin adı “Ah Nerede”, oyuncular Gülşen BUBİKOĞLU ve Tarık AKAN.
Film bilindik bir aşk hikayesi. Birbirine kavuşamayan kız ve oğlan, aşkları, kavgaları, kıskançlıkları, özlemleri ve mutlu son.
Filmi izledikten sonra beni bir hüzün sardı. Meğer ne kadar güzelmiş âşık olmak, aşk acısı çekmek, beklemek, özlemek, kızmak, küsmek, küçük bir haberle mutlu olmak, bir gülücük, el ele tutuşmak… Ben bunları yirmili yaşlarımda tattım, yaşadım ve evlendim. Ama o zamanlar özlemenin ne kadar güzel bir duygu olduğunu, beklemenin tadı çıkarılacak bir şey olduğunu bilmeden, hatta aşk acısının, kavuşamamanın bile tadını çıkaramadan hemen mutlu son olsun istediğimi fark ettim. O zamanlar ne kadar büyük problemlerdi benim için, ne kadar üzücü şeylerdi ayrılık. Hep o güzel duyguları kendimi boşu boşuna üzerek geçirdiğimi fark ettim. Sanırım o yaşlarda herkes aynı şeyleri yapmıştır. Gençliğin verdiği acelecilik ve her şeyi bir anda isteme, her şeyi en doğru ben bilirim hali….
Sonra birden, o duyguları bir daha yaşayamayacağımı fark ettim. İşte beni hüzne boğan kısım burası oldu. O güzel günleri, yılları adına aşk denen duyguyu doyasıya tatmadan yaşadığımı fark ettim. Aşkın içinde sadece mutluluk yoktu çünkü… Aşkı aşk yapan içindeki imkansızlıktı, özlemdi, kavgalardı, göz yaşıydı…. Onların ne kadar özel olduğunu bilmeden, tadını doyasıya çıkarmadan geçen yıllar. Hem de yirmili yaşlarda yaşayıp bitirdiğimiz bir duygu.
Ahmet Altan “Kristal Denizaltı” isimli kitabında aşktan bahsederken; tırmanılması çok zor ve engebeli bir dağ diye bahsetmişti, herkesin gözü kesip oraya ulaşamaz. Ulaşanlar ise fazla kalamaz, orası çok rüzgârlıdır bir süre sonra inmesi gerekir. Çok az kişi o dağın tepesine birkaç sefer daha çıkabilme gücüne ve cesaretine sahiptir ki onlarda şanlı olanlardır diyordu.
Evet aşk işte buydu, tepede çok kalınamıyordu ama o tepeye çıkarken yaşanan zorluklar, güçlükler, engebeler, rüzgarlar o tepeyi o kadar güzel ve çekici yapıyordu, o yol ne kadar uzun ve zorsa tepe daha da güzelleşiyordu….
Neydi o engebeler, güçlükler, zorluklar tabi ki; imkansızlık, özlemek, beklemek, kıskançlık, kavgalar ve gözyaşı…
O dağa hiç çıkamamış insanlara göre en azından bir kere çıkmış olduğum için yinede şanlıyım sanırım.. Ama ne yalan söyleyeyim, tadını hiç çıkaramadan, değerini bilemeden o dağa çıktığımı fark etmek, yıllar sonra bile olsa beni çok üzdü doğrusu…

Şebnem Ferah


Dinlemeye hiç doyamadığım bir şarkıdır “Sil baştan”. Ve vazgeçilmezlerimden Şebnem Ferah.
Şebnem Ferah’ın yaşantısı hakkında hiç bir şey bilmem. Ne zaman doğmuştur, nelerden hoşlanır, nasıl bir yaşantı sürer, hiç araştırmamışımdır da..
Ama onun şarkılarını bilirim, “Sil baştan”, “Can kırıkları”, “En güzel hikayem”, “Mayın tarlası”, “Ben şarkımı söylerken”, “Sigara”….. bunlar en sevdiklerim… Bir dinlemede defalarca dinlediklerim.
Onun şarklarında ruhunu hissederim, kendi ruhumu da… Hatta onun sahnede ki şarkılarla olan gücünü kıskanırım bile. Keşke onun yerinde olsam diye, ki bu benim şimdiye kadar hiç hissetmediğim bir duygudur.
Şebnem Ferah’ın şarkılarında bir kadının sessizce haykırışını duyarım hep, dışarıdan duyulmayan, görülmeyen ama hissedilen bir haykırıştır. Elinin kolunun bağlı olduğunu bilirsinde, buna isyan edersin ya işte öyle. Bir adım bile atamayacak durumdasındır ama hala ayaktasındır ya, işte öyle.. Aslına çok güçlüsündür de bunu gösteremezsin, hatta belki kendin bile bilmiyorsundur bunu, işte öyle…Ama hepsinin içten geldiğini bilirsin ya, işte öyle….
Hayatımda keşke sözünü pek kullanmam, çünkü her şeyin iyi veya kötü yaşanması gerektiğine inanmışımdır, geçmişe bakmam. Ama burada kullanacağım ve kullandığım keşke çok daha başka bir şey, sanırım kıskanma…
Keşke bende öyle güzel şarkılar söyleyebilseydim…….
Keşke benimde öyle güzel bir sesim olsaydı…..

Dağların büyüsü (1)


Başında saçlarım vardı/ Deli rüzgarlarım vardı/ Ovalar bana çok dardı/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar…..
Belki hayatım boyunca hiç kolayı seçmediğim, belki kolay olan hiçbir şey karşıma çıkmadığı, belki doğduğumdan bu yana her tarafı dağlarla çevrili bir şehirde yaşadığım için, belki de hepsi. Ama bildiğim bir şey var ki çocukluğumdan bu yana dağları çok sevdiğim, dağlara bakarken bile büyülendiğim, onlarda farklı bir giz olduğunu düşündüğümdür.
İşim gereği, bulunduğum ilde bir çok dağ köyüne gittim. Her göreve çıkışımda, yol boyunca hiç konuşmadan dağları izleyerek, onlardaki gizli kalmış yönleri keşfetmeye çalışarak bakınıp dururum. Her mevsimin ayrı olan güzelliklerini, zihnimden resimlerini çekerek gideceğim yere gidip gelirim.
Ama şu bir gerçek ki, benim yaşadığım şehirdeki dağların güzelliğini hiç bir yerde göremedim. Belki de yaşadığım, doğduğum şehri çok sevdiğim içindir.
Sonbaharda dağlar bir başka güzeldir. Yeşilin her tonu ile beraber sarı, turuncu, kırmızı ve kahverengide dağlara hakim olmuştur. Bazen bunun resmini yapsan, resime bakanın “hadi canım, böyle renkler olur mu?” diyeceği tonlarda. Sanki gerçekte olmayacak kadar güzel ve albenili olur. Yol boyunca, ağaçların altında, fundalık olan kısımlardan çıkmış yabani siglamenleri de görebilirsin. Sararmış yaprakların arasından küçücük ve pembe çiçeklerini, koyu yeşil yapraklarının yardımıyla çıkartmış, sonbaharın güzelliğine bir güzellikte ben katayım der gibi oradadırlar.
Köye geldiğimizde, biz işimizi yaparken, bir süre sonra etrafta meraklı bakışlarla dolanan köy sakinlerini görürüz. Bayan olmam onların ilgisini daha da çeker, anlam veremezler neden orada olduğuma, erkek işinde bir bayanın çalıştığına. Sorarlar sorarlar, en çokta çocuklarla konuşmak hoşuma gider, hele de kız çocukları da geldiyse daha keyifli olur onlarla sohbet etmek. Köylerinde görebilecekleri her yeniliğin onların ufuklarını açacağını bilmek de ayrı bir zevk verir bana. Bazen yaşlılar gelir, bakınırlar ve dayanamazlar “acaba tansiyon ölçmesini biliyor musunuz? tansiyonumu bir ölçseniz” derler, ya da “hastamız var iğne yapabilir misin?”. Onlara, bunları yapamadığıma inandırmak zor olur, “sen şehirlisin yapabilirsin” derler, ama sonunda olmayacağını onlarda anlarlar. İşimiz bitip bulunduğumuz mekandan ayrılırken, bir bakarız ki az önce tansiyonumu ölçermisin diyen yaşlı teyze arabayı durdurur ve bir kese kağıdına sarılı bir şeyler uzatır, beş yumurta, “bunlar çok taze çocuklarına yedir” der. Gülümserim, teşekkür edip yolumuza devam ederiz. Yol boyunca dağ köyünde ki insanların yaşamları ve çaresizliklerini düşünürüm, şehirden kilometrelerce, saatlerce uzaklıktaki çaresizliklerini, elimizden bir şey gelmez, biraz üzgün…. Dağların ve ormanın büyülü güzellikleri arasında şehre tekrar döneriz. Ama zihnimde dağların resimleri ile beraber onlarında resimleri çekilmiştir artık.
Şehirler bana bir tuzak/ İnsan sohbetleri yasak/ Uzak olun benden uzak/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar……

Dağların büyüsü (2)


Kalbime benzer taşları/ Heybetli öter kuşları/ Göğe yakındır başları/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar….
Kış aylarında dağlar bambaşka bir yer olur. Sanki Hansel ve Gretel’in gittiği pasta ve şekerleme dünyası gibi. Dağlara krem şanti dökmüşsünde kendiliğinden hafifçe erimiş, ama alttaki şekli yumuşak bir şekilde sarmış gibidir. Ağaçların tüm dalları, çamların tüm kolları yumuşak kıvrımlı karlarla süslenmiştir. Arada dallar karların ağırlığına dayanamayıp büyük kar yığınlarını yerlere dökerken, ağaçlar yeniden canlanmış gibi kıpırdarlar.
Bazen yollar öyle kar olur ki, yolunu bile bilemezsin. Bir yanın uçurumdur, bir yanın dağ. Olabildiğince dağa yakın gidersin, ama çok yavaş olursun, sürekli dönerek dağa tırmandığın için karşı taraftan gelebilecek araçları göremezsin, hep temkinlisindir. Gözlerini beyaz alır. Güneş gözlüğün yanında ise takarsın, çünkü bir süre sonra hiçbir yere bakamaz olursun, başın ağrır, gözlerin ağrır. Köye geldiğinde birkaç evin bacasının tüttüğünü görürsün, bu bile insanın içini ısıtır. Araçtan inersin, karlar diz boyunu geçmiştir. Zorla, düşmeden gidebilmek için birazda dikkatle, çalışacağın binaya gidersin, pantolonun kardan ıslanmıştır, üşürsün. Köyün muhtarı gelir yanına, işinizi bitirin eve gelin der. Çay yaptırıyorum size, ısınırsınız. Soğuktan donmuş bir şekilde işimizi bitirip muhtarın evine gidip bir bardak çay içmek için can atarız. Sonunda işimiz biter, muhtarın evine gideriz. Muhtarın eşi bize hemen birer bardak çay verir ve siz şimdi açsınızdır diyip sofra hazırlar. Yemeğin ne olduğu önemli değildir, o sofra tamamen içten hazırlanmış bir sofradır, ya kahvaltılıktır, yada bir çorba ve sıcak ekmek. O yemekleri ellerinize sağlık diyerek güzelce yerseniz. Onlar için bundan daha mutlu edici bir şey olmadığını görürsünüz. Çünkü köylerde dışarıdan gelene hazırlanan her sofrada, acaba beğenecekler mi? yiyecekler mi? endişesi olur. Biraz sohbet ederiz, onlar anlatır biz dinleriz, yaşadıkları şartlar gerçektende çok zor ve ağırdır. Yine içimizi bir burukluk kaplar, ama yapılabilecek bir şey yoktur. Onlar içinse oraya götürülen hizmet her şeye bedeldir. Sonuçta biz işimizi bitirmiş, ısınmış, üzerimiz kurumuş ve karnımız doymuş olarak köyden ayrılırız.
Karlı dağlardan aşağıya, kıvrıla kıvrıla inen yoldan, yaz ve kış arasında ki o koca farkı görerek aşağıya, şehre tekrar döneriz…
Yazları ise yol çekilmezdir, hava sıcaktır, her taraf tozdur. Ağaçlar yeşildir ama otlar sararmış ve kurumuştur, sıcaktan aracın camlarını açarsın, içeri toz dolar, gitmek zorundasındır. Dağlarda birkaç kilometrede bir çeşmeler vardır, az oralarda durursun biraz serinlersin. Artık oradaki suyun aksu mu, yoksa karasu mu olduğunu öğrenmişsindir. Aksu içimi hafif ve rahatlatıcıdır, karasu ise sert ve insanda şişkinlik yapan sudur. Gider çalışırsın, işinin süresine göre köyde kalırsın, işin uzunsa mutlaka seni misafir edecek birileri yanına gelir, kısaysa birer ayran verirler, sıcakta iyi gelir diye…
Eğer ekip olarak göreve çıkılmışsa, öğleye doğru beğendiğimiz bir çeşme başında, bir iki arkadaşımızı ateş yakması ve çayımızı hazırlaması için bırakırız. Döndüğümüzde yemeğimiz ve çayımız hazırdır, kısa bir moladan sonra, fazla oyalanmadan yolumuza tekrar devam ederiz.
Yarimi ellere verin/ Sevdamı yerlere serin/ Elleri bana gönderin/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar…….

Dağların büyüsü (3)


Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza alınırsa/ Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar/ Dağlardır dağlar….
İlkbaharda ağaçların yeşermeye başlamasıyla dağlar yeşilin en açık ve en canlı tonlarını alır. Her taraf yemyeşil çimenlerle kaplıdır. Yabani çiçekler sanki topraktan fışkırmış gibi her tarafı sarmıştır, renk renktir, sarı, mor, mavi, kırmızı, beyaz… Kimi meyve ağaçları da çiçek açmıştır, sanki kocaman bir çiçek buketi gibi, ara ara dağlara serpiştirilmiştir. Doğa için yaşam yeniden başlamıştır, hem de tüm hızıyla ve güzelliğiyle…
Yollar yağmurdan dolayı çamurludur. Dağlara doğru tırmanmaya başladıkça bulutlara yaklaştığını görürsün. Ve bir süre sonra bulutların üstündesindir. Bazen aşağısı bulutların arasından az biraz görünür, öyle mutlu olursun ki bulutların üzerinde olduğun için, sanki başka bir dünyaya çıkıyormuşsun gibi. Bazen de bulutlar o kadar yoğundur ki, sadece dağların doruklarını görürsün. Kocaman bir kazan, sanki buharlar çıkartarak kaynıyor ve kazanın içindekinin ne olduğunu bilmezsin ya öyle. Sanki pamuk şeker dünyasına gitmişte, oradan etrafa bakıyor gibisindir.
Bulutların üzerinde gökyüzü inanılmaz mavi ve parlaktır. Ama buralarda karların erimediği bir çok yer vardır. Karların eriyen kısımlarından ise çiğdem çiçekleri çıkmıştır. Sapsarı ve o kadar güzellerdir ki. Ben çiğdemlere bayılırım, bana hep baharın en güzel müjdecisi gibi gelirler. Mutlaka araçtan inip küçük bir demet çiğdem toplarım, ama kökleriyle beraber. Onun çiçeklerini suya koyar, köklerini ise kabuklarından ayırıp yersiniz. Köklerini saran kabuk çok ilginçtir, sanki liflerden bir ağ örmüşsün gibidir.
Çocukken, çiğdemler çıktığı zaman, mahalledeki tüm çocuklar önce çiğdemleri toplar, sonrada şarkısını söyleyerek kapı kapı dolanırdık. “Çiğdem çiğdem çiçecik/ yanakları küpecik/ verenin altın saçlı oğlu olsun/ vermeyenin kel kafalı kızı olsun..” her çaldığımız kapıdan bulgur, yağ, salça, kıyma alır ve o gün gönüllü olan anneye götürürdük, o da bize bulgur pilavı pişirirdi. Her tabağın üzerine de birer çiğdem konur ve o pilavın adı çiğdem pilavı olurdu.
Bulutların üzerinden daha da yukarılara çıkarak çalışacağımız köye gideriz. Burası bir yayla köyüdür, bilindik köylerin dışında, burada çayırlarda otlayan inekler veya kuzular değil, atlardır. Kar erimiş çimenlerin altı ıslak, ama çimenler ışıl ışıl, bastığın yerden sular fışkırıyor. Köy serin, ama güneşli, tüm renkler en canlı halinde, çalışırsın yine, işin belki yarım saattir, belki üç saat, belki de daha uzundur. Muhtar seni yemeğe çağırır, bir sürü yemek hazırlanmıştır, yemeğin yanında da çeşit olsun diye taze yayla peyniri, tereyağı, balı ve kaymağı konmuştur. Ekmekler mis gibi köy ocağında yapılmıştır. Ama yemek sana hiç cazip gelmez, o peynirin, tereyağın, kaymağın ve balın tadı o kadar güzeldir ki, başlarsın onlardan yemeye. Herkeste aynı his vardır, doymuşuzdur ama tekrar yemek için delice istek duyarsınız, dayanamaz tekrar yersiniz, hepimiz çatlayacak gibi oluruz. Bulutların üzerinde ki bu dağ köyüne, görevimiz yine çıksa da gelsek diye konuşuruz kendi aramızda....
Daha sonra işimizi tamamlayıp, muhtar ve köylülerle görüşüp, bulutların aşağısındaki yolumuzu tutarız.....
Kış ve bahar aylarında üstümüz başımız çamur içinde, yazın ise saçlarımızdan tutun, kirpiklerimize ve hatta burun deliklerimize kadar toz içinde, işyerine döneriz…
........
Mevsimi ne olursa olsun, dağların ve ormanların her köşesi öyle güzel ve baş döndürücüdür ki… Bunların kesinlikle bir mucize olmadığını, dünyanın tesadüfler sonucu oluşmadığını bir kez daha anlarsınız. Her şey o kadar kusursuz ve birbirini tamamlar ki, bir birine aykırı hiç bir şey yoktur. İşte o zaman evrenin bir bütün olduğunu, bizlerinde bütünün sadece küçük bir parçası olduğumuzu apaçık görürüz….

Zamansız mekânsız yolculuk...


Yemyeşil bir göl, etrafı ağaçlarla çevrili. Gökyüzü parlak bir mavi, ama güneş yok. Her yer yeşil ve mavi……Gölün ortasındaki sal, suyun etkisiyle hafifçe sallanıyor. Kadın gözlerini kapatıp salın içine uzanıyor, sanki başka bir zamana gitmek ister gibi….Sal sallanıyor, gözleri kapanıyor, ne uyku ne uyanıklık hali….Ruhunun bedeninden yavaşça uzaklaştığını hissediyor. Acaba hangi zamana ve mekana gidecek kendisi de bilmiyor bunu.Ama bildiği şu ki en sevdiği oyunun bu olduğu…Tek başına kaldığı zamanlarda huzur bulduğu bir oyun…Bekliyor, bekliyor.....

Anne ve baba konuşuyorlar. Baba, bu sefer olacak biliyorum diyor. Annenin ise canı biraz sıkkın, artık eskisi gibi yapamadığı için üzülüyor ve buna bir anlamda veremiyor. Kesin nazar değdi, bunu benden güzel hiç kimse yapamazdı, her şey aynı, yapan aynı, tarif aynı, malzemeler aynı, fırın aynı neden olmuyor ki?...Çocuklar heyecanla onlara bakıyor, anne hadi bir daha dene diyorlar. Baba anneye son bir destek daha verip, senin yaptığın gibi kimse yapamaz, hem güzel olmasa bile eminim tadı çok güzel olacaktır, bak hepimizin canı şimdi tatlı istiyor diyor.Anne aldığı desteklerin etkisiyle olacak ki, tamam diyor, bu sefer olacak. Geçen şekerini biraz fazla katmıştım, onun ölçüsünü azaltacağım.Ve başlıyor revani yapmaya. Önce şerbetini hazırlıyor, kaynaması için ocağa koyuyor. Bir taraftanda şeker ve yumurtayı çırpmaya başlıyor. Fırını ısıtıyor, revani hamurunu tepsiye döktükten sonra fırına sürüyor. Herkes fırının başında revaninin kabarmasını bekliyor. Fırının camından bakıp bu sefer kabaracak heralde diyorlar. Üzeri kızarmaya başladı, oluyor heralde….Fırın açılıyor, tepsi heyecanla çıkarılıyor….Ama revani tekrar sönüyor…Baba, şerbeti dökersek kabarır diyor, hemen soğuk şerbet dökülüyor, bekleniyor…Bekleniyor…Kabarmıyor….Annenin canı yine sıkılıyor, nerede hata yapıyorum acaba diye hayıflanıp duruyor..Baba onun üzülmesine hiç dayanamadığı için, yok yok onun tadı içindedir, senin yaptığın ne kötü oluyor ki diyor. Ve revani kabarmamış olsa da yenip bitiyor. Anne bu durumdan hiç memnun değil, iyice inada bindiriyor bu revani işini .Bu sefer soğuk fırına süreceğim….Olmuyor….Sıcak şerbet dökeceğim….Olmuyor….Kabartma tozunu biraz fazla katacağım….Olmuyor….Olmuyor….Olmuyor….Bir gecede 4 tepsi revani. Hepsi şerbetine kadar dökülerek hazırlanıyor. Anne üzülmesin diye yapılan tüm revaniler bu daha güzel olmuş diyerek yeniliyor. Herkes çatlamak üzere....Anne bu gecelik revani işinden pes etmiş, birazda üzgün....O arada baba teybin düğmesine basıyor, bütün akşam yapılan konuşmaları gülüşmeleri teybe kaydetmiş. Tam bir şamata…Hep beraber başlıyorlar gülmeye…Anne bir daha ki sefere kesin tutturacağım diyor kahkahalarla….. ..............Kadın gülümseyerek gözlerini açıyor... Çıktığı o küçük yolculuk öyle rahatlatmıştı ki onu…..Anne babasının yanında çocuk olarak kalmak çok hoşuna gitmişti….Salını gülümseyerek kenara çekiyor…Kendisini tüm sıkıntılarından arındırmış ve mutlu olarak, diğerlerinin yanına tekrar dönüyor

Ellerim uzanır olduğun yere...



Hep inandığım bişey vardır. Aklın neredeyse sen de oradasındır. Belki görünürde yoksundur, ama bilirsin hep orada olduğunu. Arada manevi bir bağ vardır, görülmez, dokunulmaz, sadece hissedilir. Yeri gelir endişelenirsin, üzülürsün, yeri gelir sevinirsin. Uzun yollar, şehirler vardır, ama hissedersin.
Arkadaşlıkta bu olsa gerek.
Bugün endişeli günümdeyim...
Yanında olamasamda, bil ki yanıbaşındayım....
İçimde, sessizce bir şarkı dönüp duruyor...
Ajda söylüyor....
"Haykıracak nefesim kalmasa bile...
Ellerim uzanır olduğun yere.........."

Öyle yoruldum ki....


Deniz kenarında, uçsuz bucaksız bir kumsalda, küçücük bir ev. En yakın yerleşim yeri kilometrelerce uzakta. Öyle ahım şahım bir yer değil, salaşta diyebiliriz, ama temiz. Telefon yok, televizyon yok, sadece radyo var. Ve en önemlisi orda tek başınayım. Birkaç gün değil, en az bir ay....
Hiç kimse ile konuşmuyorum, kimse bana bir şey sormuyor, kimsenin benden bir beklentisi yok. Acıkınca hemen pratik bir şeyler hazırlıyorum, çayım hep hazır, sigaram yanımda.. Şöyle efil efil rahat bir elbise giymişim, evin camları hep açık, tül rüzgardan sürekli havalanıyor. Evin içi serin, çok eşya yok, sadece birkaç koltuk, kanepe, ama hepsi beyaz. Evde beyaz, eşyalarda, tülde, benim elbisemde... Her şey çok sade.... Gerekenler dışında fazladan hiçbir şey yok.
İstediğim zaman denize giriyorum, istediğim zaman yatıyorum, uyuyorum. Müzik hep açık. Çay her an hazır. Hiçbir şey düşünmüyorum, hiçbir şeyi dert etmiyorum.... Kimseye bir şeyler anlatmak zorunda değilim, kimseyi dinlemek zorunda da değilim. Hiç kimseye hesap vermeden, hiç çalışmadan öylece bir ay...........
Yalnız kalabilsem......
Öyle yoruldum ki.......
Buna çok ihtiyacım var.......

Seni duyabileceğim uzaklıkta ol!


“Hava kararmadan eve gelin, yoksa babanız çok kızar!”
Her sokağa çıkışımızda annemizin bize söylediği tek tembih sözüydü. Apartmandan dışarı çıkabilir, yan mahalleye oyun oynamaya gidebilir, tanımadığımız çocuklarla arkadaş olabilir, onlarla oyun oynayabilirdik. Yapmamız gereken tek şey hava kararmadan evde olmaktı.
O zamanlar organ mafyaları, tacizciler yoktu. Herkes birbirine güvenirdi, hele çocuklara kimsecikler zarar vermezdi, herkes korurdu onları, tanımadıkları çocukları bile. Ne kadar şanslı bir çocukluk yaşamışız. Doyasıya oynamış, dizlerimiz yara, yüzümüz gözümüz kir içinde olsa bile hiç aldırış etmeden oyuna devam etmişiz.
Daha ilkokula giderken 5-6 km uzaklıktaki yerlere arkadaşlarımızla bisikletle veya yürüyerek gidip gelebilir, inşaatlardan sırayla 1., 2., 3. kattan aşağıya kumlara atlama yarışı yapabilirdik. Tabi bunu yaparken annelerimize yakalanırsak sıkı bir dayak yerdik, ama çoğu zamanda yakalanmazdık. Okul önünde satılan simitlerden, kurabiyelerden hiç korkmadan alabilir, okulumuza yürüyerek , arkadaşlarımızla sohbet ederek gidebilirdik. Hiç kimsenin aklına kötü bir şey gelmez, hiç kimsenin başına da kötü bir şey gelmezdi.
Ama şimdi....
Çocuklarımız sadece evin önünde oynayabiliyor. Evin önü derken geniş bir alanda değil, sadece apartmanın bahçe kapısına kadar olan kısımda, merdivenlerde ve apartman girişinde, tanıdığı ailelerin çocuklarıyla. Eğer çocuğunuz şanslı ise ve bir abi veya ablası varsa, apartmanın önünde olmak şartıyla bisiklette sürebiliyor. Yan mahalleyi, arka mahalleyi hiç bilmeden, orada olan diğer çocukları hiç tanımadan büyüyor. Hiç kire çamura bulaşmıyor, kumların içinde oynayamıyor, okula evin önünde servise binip, evin önünde servisten inerek gidip gelebiliyor. Hep temiz, bakımlı, bahçe kapısının arkasında oynuyor.
Anneler artık çocuklarına “ ben sana seslendiğim zaman beni duyabileceğin, sen bana seslendiğinde benim seni duyabileceğim uzaklıkta ol!” diye tembihte bulunuyor. Anneden izinsiz yan bakkala bile gidilmiyor. Eğer izin alınıp gidilirse evden birisi mutlaka camdan veya balkondan çocuğun gidiş gelişini uzaktan takip ediyor. Yabancılarla konuşulmuyor, onlardan bişey alınmıyor.
Bir gün oğlum eve geldi, daha 5-6 yaşında;
- Anne, şuradaki amca bize elma verdi, ben almadım ama Harun aldı.
- Aferin oğlum, tanımadığımız insanlardan bişey alınmaz, akıllı oğlum benim..
- Ama anne, Harun elmayı yedi ve ona hiçbirşey olmadı. Elma çok güzeldi, evde elma var mı?
Bazen çocukları bu kadar sıkmakla, korkutmakla doğru mu yapıyoruz acaba? diye düşünüyorum. Çocuklar sürekli tedirgin, oyun oynarken bile, her an bir şey olacakmış, birileri onlara zarar verecekmiş gibi düşünüyorlar.
Ama kendi gözümüzden bile sakındığımız, onlara bakarken bile içimizin titrediği çocuklarımızı nasıl hiçbir şey yokmuş gibi rahat bırakabiliriz ki. Düşüncesine bile dayanamadığımız, çoğu zaman aklımıza getirmek istemediğimiz, haberlerini bile hiç okumadan geçtiğimiz olaylara, yürek dayanır mı? Onları korumaktan ve uyarmaktan başka ne yapabiliriz ki.
Sonuçta, tamamen birbirine güvensiz bir toplumun yetiştiğini bilsek de, görsek de onların üzerinden gözlerimizi ayırabilmemiz, onları korumasız bırakmamız imkansız.

Zahir Hakkında....


Kitabın son sayfasını okuduğumda saat sabahın üçüydü... Kitabı kapattım. Bir süre öylece durdum, kitabı elimden bırakamadım. Biraz düşündüm, uzun uzun düşündüm, o kadar güzel bir kitaptı ki. İçimden büyük bir istekle kitabı yeniden okumak geçti. Ve ilk sayfasını tekrar açtım. Kitabın başındaki şiiri okudum, sonra bir daha, bir daha okudum. Bu şiirin en başta bana bu kadar çekici gelmemiş olduğunu fark ettim ve en az 10 kez daha okudum.

İthaka

İthaka'ya doğru yola çıktığın zaman,
dile ki uzun sürsün yolculuğun,
serüven dolu, bilgi dolu olsun.
Ne lestrigonlardan kork,
ne kikloplardan, ne de öfkeli Poseidon'dan.
Bunların hiçbiri çıkmaz karşına,
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heyecan sarmışsa eğer.
Ne Lestrigonlara rastlarsın,
ne Kikloplara, ne azgın Poseidon'a,
onları sen kendi ruhunda taşımadıkça,
kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.

Dile ki uzun sürsün yolun.
Nice yaz sabahları olsun,
eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
Durup Fenike'nin çarşılarında şi benzeri olmayan mallar al,
sedefle mercan, abanozla kehribar,
ve her türlü başdöndürücü kokular;
bu başdöndürücü kokulardan al alabildiğin kadar;
nice Mısır şehirlerine uğra,
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden.

Hiç aklından çıkarma İthaka'yı.
Oraya varmak senin başlıca yazgın.
Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.

Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini.
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini İthakaların.

(Çeviren: Cevat Çapan)
Konstantin Kavafis


Sözünü ettiğim kitap Paulo COELHO’ya ait ZÂHİR.
Kitap ünlü, başarılı, zengin bir yazarın savaş muhabirliği yapan eşinin bir gün ansızın ortadan kaybolmasını ve yazarın onu bulabilmek için geçtiği yolları anlatıyor. Yazar eşini ararken yaşadığı gel-gitleri ve adım adım eşine ulaşabileceği yolları, sürekli bugün ve geçmişte gidip gelerek, eşi ile aralarında geçen diyalogları ve onun ne demek istediğini hiç anlamadığı anları hatırlayarak iz sürüyor. Yıllar boyunca eşinin onun başarısı için nasıl destek olduğunu farketmediği gibi onun yaşadığı duygu ve düşünceleri, iç gelişimini de hiç fark etmediğini anlıyor. Yolu çok uzundur ve hiç bilmediği bir yoldur. Eşini ararken, onu kendisinden çok daha iyi tanıyan ve anlayan şimdiye kadar hiç görmediği insanlarla tanışıyor, hiç bilmediği, gitmediği mekanlar ve ülkelere gidiyor. Girdiği her yeni ortamda şaşkınlık içinde eşinin yaşadıklarını öğreniyor ve onu her adımda biraz daha tanımaya ve anlamaya başlıyor. Bu arada yazarda farkında olmadan kendi iç yolculuğuna çıkmış oluyor. Ve aylar yıllar sonunda eşini buluyor, eşiyle beraber aslında kendini de bulduğunu anlıyor.
Yıllardır okuduğum her kitapta sevdiğim kısımların altını çizmek bende bir alışkanlık haline geldi. Daha sonra her aklıma geldiğinde o bölümleri tekrar tekrar okuyorum. Tabiri cayizse her canım çektiğinde, buna can çekilir mi demeyin, çünkü bir süre sonra bu da bir alışkanlık , yol gösterici, rahatlatıcı ve aydınlatıcı haline dönüşüyor. Zâhir’de de altını çizdiğim, beni çok etkileyen diyalogları, paragrafları burada paylaşmak istiyorum. Paragraflar kitaptan orjinal haliyle alınmıştır. Sanırım bu şekilde kitap hakkında daha detaylı bir bilgide vermiş olacağım.
Öncelikle Zâhir’in kelime anlamını açıklamak istiyorum. "Arapça ‘görünen, var olan, görünmez olmayan’ anlamına gelir. Bir zamanlar karşılaştığımız bir kişi ya da düşünce, başka hiçbir şeye yer vermeyecek biçimde yavaş yavaş bütün düşüncelerimizi kaplar. Bu durum bir tür delilik yada kutsal bir düşünceye kendini kaptırmak şeklinde tanımlanabilir....."

"Güneşin, denizlerin, rüzgarların enerjisinden yararlanabiliriz. Ancak, insanoğlunun sevginin enerjisinden yararlanmayı öğrendiği gün, ateşin keşfedildiği gün kadar önemli olacak."

"Öğrenmemiz gereken her ne ise daima bizden önce orada olur, Tanrı’nın bizi nereye yönlendirdiğini ve bir sonraki adımımızın hangisi olması gerektiğini bulabilmek için biz sadece saygı ve dikkatle çevremize bakmalıyız. Aynı zamanda sırlara saygı duymayı da öğrendim: Einstein’ın söylediği gibi, Tanrı evrenle zar oyunu oynamaz; her şey birbiriyle bağıntılıdır ve her şeyin bir anlamı vardır. Bu anlam neredeyse her zaman saklı kalabilir, ama yaptıklarımız şevkin enerjisine dokunduğunda daima yeryüzündeki asıl görevimize yaklaştığımızı biliriz."

"yol gösterici ya da pes etme noktası: yaşamımızda daima gelişmemizi engellemekten sorumlu olan bir olay vardır. Bir travma, acı bir yenilgi, aşkta hayal kırıklığı, hatta pek anlayamadığımız bir zafer bizi korkutabilir ve bir adım daha atmamızı engelleyebilir. Onun gizli güçlerini artırma sürecinin bir parçası olarak, bir şaman öncelikle kendisini bu pes etme noktasından kurtarmalıdır ve bunu yapmak için de tüm yaşamını gözden geçirip bu durumun tam ne zaman ortaya çıktığını bulmalıdır."

"Önemli olan bunu yüzlerce kez tekrarlamaktır, ta ki hedefi vurma fikrinden kurtuluncaya ve kendimiz ok, yay ve hedef oluncaya kadar. O anda, ‘Tanrının’ enerjisi hareketlerimize rehberlik eder ve o zaman biz istediğimizde değil, tanrı doğru zamanın geldiğine inandığında oku salıvermeye başlarız. "

"-tamam, yarın konuşacağız. Ve kapının önünde bekleyen ruhum gitmeye karar verirse, bunun yaşamlarımızı çok etkileyeceğinden kuşkuluyum.
-ruhun gitmeyecek.
-Sen benim ruhumu çok iyi tanırsın ama onunla yıllardır konuşmadın, onun ne kadar değiştiğini, sana onu dinlemen için nasıl umutsuzca yalvardığını bilmiyorsun. Hatta amerikan üniversitelerinde yapılan deneyler gibi, sıradan konular üstünde sohbet ederken bile.
-Ruhun bu kadar değiştiyse, nasıl hala aynısın?
-Korkaklık dışında. Çünkü gerçekten de yarın konuşacağımızı düşünüyorum. Birlikte yaptığımız ve yıkıldığını görmek istemediğim şeyler yüzünden. Ya da hepsinden kötüsü sadece pes ettiğim için.
-Beni de bunu yapmakla suçluyorsun.
-Haklısın. Sana bakıyorum, baktığım kişinin sen olduğunu düşünerek, ama aslında kendime bakıyorum. Bu gece tüm gücüm ve inancımla dua edeceğim ve kalan günlerimi bu şekilde geçirmeme izin vermemesi için tanrıya yalvaracağım."
" o çok şanslı! derler. Fakat şansın çevresine bakmayı bilmek ve dostlarının nerede olduğunu görmek demek olduğunu bilir, çünkü dostlarının sözleri aracılığıyla melekler seslerini duyurabilir."
Ve kitapta sıkca bahsedilen bir deyim ile yazımı bitirmek istiyorum. İyilik bankanızdaki hesabınızın hep kabarık olması dileğiyle.
Sevebilme gücünüzü hiç kaybetmeyin...

Bir hayat, kaç dünya?


Hayat kaç kez yaşanıyor, hiç düşündünüz mü?Veya bir hayatta kaç dünyayı yaşıyoruz? Öyle inanmışız ki tek bir hayatımız olduğuna. Aslında içinde kaç dünya olduğuna bakmaya gerek bile duymamışız, hatta bunu fark etmemişiz bile. İnsanları iyi-kötü, doğru-yalnış diye sürekli ikiye ayırırken, bunların hangisinin gerçek hangisinin yalan olduğunu bilmeden, onları hangi dünyalarında tanıyoruz hiç düşünmeden, sürekli yargılamışız....Gözden kaçırdığımız şey ise tek olanın sadece bedenimiz olduğu. Onu nereye götürürsek dünyamızın orası olduğu, ruhumuzun o dünya ya göre göre şekil aldığı.Ailemizle olan dünyamız...İş yerinde ki dünyamız..Arkadaşlarımızla olan dünyamız...Dışardan başkalarının görmesini istediğimiz dünyamız....Ve kendi iç dünyamız....Hepsinde de aynı kişi miyiz?Ruhumuz gittiği her dünya da ayrı bir role mi bürünüyor?Peki hangisi gerçek biziz?Yaşadığımız her dünya da ruhumuz farklı bir renk, farklı bir kişilik, farklı bir insan...Hepsinde yaşanması gereken değişik deneyimler, tecrübeler..Sevinçler, mutluluklar, hüzünler, sıkıntılar....Hepsinden bir şeyler öğreniyoruz, öğretiyoruz...Kah gülüyoruz, kah ağlıyoruz....Hiç durmadan sürekli rol değiştirerek, hepsinden bir karışım yapıp kendimizi çıkartıyoruz ortaya...Dışardan görünmesi gerektiği gibi olanı..Yapay olanı.....Diğerlerinin dışardan, içini bilmeden yargıladığını...Peki iç dünyamız, onu bizden başka kim bilebilir, içimizde ki renkleri şarkıları bizden başka kim görebilir, kim duyabilir... Gerçek duygularımızı, hayallerimizi, isteklerimizi, ihtiyaçlarımızı kendimizden başka kim anlayabilir....Herşey Matrix filminde olduğu gibi...Yapmamız gereken görevler, olmamız gereken mekanlar, insanlar, dünyalar...Aslında hepsi, bizden başka hiç kimsenin görmediği, bilmediği iç dünyamız için....Amacını sadece kendimizin bildiği, gelişimini sadece kendimizin takip edebildiği dünya için...Bir hayatta bir çok dünya da yaşıyoruz...Ama gerçek dünyamız sadece kendi iç dünyamız.

Olur ya demiştin!


Olur ya demiştin....
Oldu işte...
Hem de tam istediğin gibi..
Eksiksiz.
Meğer ne çok özlemişim bende..
İstediğini.
Bunu istediğimi bilmeden..
Çok uzaklarda ki
Deniz feneri gibi.
Sadece ışığınla
Yolumu gösteren.
Olur ya demiştin...
Oldu işte...
Hem de tam istediğin gibi..
Hadi...
Gülümse....

Gerçeğin Yarısı


Gerçeğin yarısını söylemek yalan söylemişlik sayılmaz, ama gerçeğin diğer yarısına ne demeli? Yalan söylemişlik olmaz….
Yalan söylememişlik de olmaz….
Dürüstlük hiç olmaz….
Peki ne olur?
Samimiyetsizlik mi?
Korumacılık mı?
Saklanma mı?
İşine geldiği kadar mı?
Yoksa işine gelmediği yere kadar mı?
O kadar çok sebebi olabilir ki….
Düşünün, en basit bir olayın bile sadece yarısını bildiğimizde ki tepkimizle, tamamını bildiğimizde ki tepkimiz arasında ki o kocaman farkı….
Gerçekleri bilmek bizi her zaman mutlu edecek mi?
Bazen evet, bazen hayır.
Başkalarına, neden her şeyi söylemedin diye kızarken, suçlarken, küserken….
Acaba kendimiz kaç tane gerçeğin tamamını söyledik?
Yarısını söylediğimiz gerçeklerdeki savunmamız ise; karşımızdaki insanı mutlu etmek, sadece duymak istediğini kadarını söylemek, onu üzmemek, korumak, “ben sana anlatmıştım ya haberin vardı senin de” diyebilmek olabilir.
Peki, gerçeğin can alıcı esas yarısı için ne diyebiliriz, onu neden anlatmamışızdır?
İşte burada insanın egosu devreye giriyor sanırım. Belki bencil olmak, saklanmak, belki gerçekten de karşındaki insanı korumak veya gerçekteki insanı karşındaki insandan korumak, üzmemek, belki kıskançlık, belki kendinde de bir şeylerin kalmasını istemek, bazen kötü niyet, bazen dürüst olmamak, bazen de korkmak. Bunları o kadar çok sıralayabiliriz ki….
Sonuç…
Sonuç yok….
Şimdi aklıma Bülent Ortaçgil şarkılarından biri takıldı “bilmeli mi, bilmemeli mi/ yoksa hiç öğrenmemeli mi?/….”
Her zaman sizi mutlu edecek gerçeklerle karşılaşmanız umuduyla…
Esenlikle kalın….

İlk aşk


Daha 6 yaşındaydım. Aşkın insana neler yaptırabileceği meğer o yaşlarda bile belli oluyormuş. Karşı komşumuzun bir oğlu vardı, balkona çıktıkça karşılaşıyorduk. Evlerimiz karşılıklıydı, arada yaklaşık otuz metre kadar bir mesafe vardı. Onlar dördüncü katta biz üçüncü katta oturuyorduk, o yüzden her an birbirimizin görüş alanındaydık. Her balkona çıktığımda bana bakar ve gülümserdi. Daha sonra annemlerden o çocuğun adının Haluk olduğunu öğrendim, ne kadar efendi ve akıllı olduğunda bahsediyorlardı.
Kardeşim benden 1 yaş küçüktü, Haluk ne zaman balkona çıksa kardeşimi de yanıma alır bende balkona çıkardım. Zaten yerinde hiç duramayan, zayıf, kısa saçlı, erkek gibi bir kızdım. Ama konu Haluk olunca iş değişiyordu. O hareketli yerinde duramayan ben, daha da bir hareketleniyor, sürekli kardeşime bir şeyler öğretiyormuş gibi numaralar yapıyordum. Evler birbirine yakın olduğu için biraz yüksek sesle konuşmam, onun beni duymasını sağlıyordu.
Bir gün kardeşimle balkonda oyun oynuyoruz, aşağıda balon satan bir adam gördük. Balonlar şimdiye kadar görmediğimiz bir güzellikteydi, hiç kimse de o balonlardan yoktu. Renk renk ve şekil şekildi. Annemden biraz para alıp hemen aşağıya koştuk. Balonlar çok güzeldi ama tanesi beş liraydı. Elimizde ki para iki balon almamıza yetmiyordu. Bayramdan kalma paralarımız vardı, hemen onları alıp geldik. Ben kırmızı kocaman bir ördek balon aldım. Kardeşim ise yusyuvarlak kocaman bir mavi balon aldı, üzerinde bir zenci kız resmi vardı. Kardeşimi annemler hep kara kızım diye severlerdi, sanırım ondan etkilenmişti, balonu kendisine benzetmişti.
Büyük bir sevinçle eve çıktık. Kardeşim balonu havada atıyor tutuyor, bense kırmızı ördeğin üzerine oturuyormuş gibi yapıp hiç durmadan zıplıyordum. Birden aklıma Haluk geldi, balonumu kaptığım gibi balkona fırladım, orada oynamaya başladım. Eminim o da bayılacaktı balonuma.
Nerdeyse ki her gün o balonlarla oynuyorduk. Kardeşimle aramızda anlaşma yapmıştık, kimse kimsenin balonuna ellemeyecek ve oynamayacak diye. İkimizde bu kurala tam uyuyorduk, zaten herkes kendi istediğini almış olduğu için sorun olacak bir şey olmuyordu. Ama her gün o balonlarla belli bir saat oynadıktan sonra, ikimizde balonlarımızı havasını indirip, onlar için hazırladığımız özel kutulara geri koyuyorduk.
Balkona balonumla ne zaman çıksam, Haluk daha çok gülümsüyordu bana. O benim ilk aşkımdı.
Aradan birkaç ay geçti ve bir gün benim balonum patladı. Öyle çok üzüldüm ki. Belki de Haluk bana eskisi kadar çok bakmayacaktı artık. Kardeşim ise aramızda koyduğumuz kuralı söylüyordu hep ve beni balonu ile oynatmıyordu. Ama kendisi her gün aynı şekilde balonunu şişiriyor, oynuyor ve havasını indirip tekrar kutusuna koyuyordu.
Fazla zaman geçmemişti ki annemler o evden taşınacağımız söyledi.
Ve yeni evimize taşındık.
İnanılır gibi değildi ama o balonları alalı nerdeyse bir yıla yakın olmuştu. Kardeşim adını kara kız koyduğu balonuyla her gün oynuyordu. Aramızda birbirimize verdiğimiz bir söz vardı ve ben o balonla oynayamıyordum.
Zaten evden taşınmışız, Haluk’u artık hiç göremiyordum, bir de üstüne benim aldığım balon patlamıştı, kardeşimde beni kendi balonuyla oynatmıyordu. O kara kız isimli balona öyle sinir oluyordum ki artık.
Bir gece kardeşimin uyuduğundan iyice emin olunca kalktım ve balonun üstünü iğne ile delik delik yaptım. İlk bakışta hiçbir şey belli olmuyordu, ta ki onu şişirene kadar. Balonun şişirilme vakti geldi ve evde kıyamet koptu. Suçlu belliydi, inkar etmenin hiçbir anlamı yoktu. Ama artık kardeşimin balonu da yoktu.
………..
Aradan nerdeyse ki otuz yıl geçmişti. Bir gün ablamla oturmuş, eskiden yeniden konuşuyoruz. Benim aklıma bu olay geldi, başladım anlatmaya. Ablam şöyle biraz üsten bakar gibi baktı bana ve yanılıyorsun der gibi bir gülümsemeyle, aslında Haluk bana aşıktı hep bana bakar ve gülümserdi dedi.
Birden ablamla göz göze geldik ve başladık gülmeye, ama ne gülme, gülmekten katılıyoruz artık.
Neden mi?
Ben 6 yaşındayken ablam 11 yaşındaydı ve Haluk en az 22 yaşındaydı.

Sakura


Japonya’da yetişen kiraz ağaçlarına “ Sakura “ adı veriliyor. Bundan birkaç yıl önce bir arkadaşım sakuraların birçok evresini gösteren bir sunum göndermişti bana. Nedeninin ne olduğunu en başta çözememiştim ama bu sunum beni o kadar çok etkilemişti ki. Özellikle de en sonda yer alan donmuş kirazlar….
Tüm o soğuğa, buza karşı koymuş, içinde olan tüm değişmelere karşı hala varım der gibi, capcanlı, cıvıl cıvıl ben hala buradayım diyordu…
İsmimi ve resmimi sakura olarak seçmemin nedeni budur. Bana mücadele etmeyi, umutların hiçbir zaman tükenmemesi gerektiğini, gücün sadece kendi içimizde saklı olduğunu ve bunu sadece kendimizin ortaya çıkarabileceğini anlatıyor. Bana kendimi anlatıyor….
Evet, hayat çok zor ve ağır. Bazen her şey üstümüze gelir, kendi kendimize yeter artık deriz, bir çıkış ararız bulamayız. Her şey o kadar karışık ve iç içe geçmiştir ki, birini düzeltsen diğeri bozulacaktır. Kimseye anlatamazsın, anlatsan da anlayamazlar zaten. Çünkü her olay, her insanda farklı etkiler yapıyor.
Zamanla kimsenin senin yaşadıklarını anlamasına gerek olmadığını öğrendim. Önemli olan ayakta durabilecek güçte olmaktı. Donmuş kirazlar gibi hala capcanlı olmaktı, direnmekti.
O zamandan bu yana, ne zaman kendimi sıkılmış bunalmış hissetsem, kendime bambaşka bir uğraş bulurum. Her seferinde kendimi biraz daha geliştirebileceğim, kendi gücümü görebileceğim, beni farklı yapacak, sıkıntılarımı daha az düşünmemi sağlayıp, çözüme daha sağlıklı bir şekilde ulaşmamı sağlayacak şeyler.
Hayat ne kadar zor ve ağır olsa da, önemli olan onunla başa çıkabilme gücüdür. Hayat enerjinizin ve gücünüzün hiçbir zaman tükenmemesi dileğiyle….

Anne olmak


Nihayet uyku vakti geldi diye düşünürsün. Birazdan yatağıma gireceğim, yorganıma sarılıp hemen uyuyacağım dersin. Tıpkı bir reklam afişinde gördüğüm adam gibi. Adam salın içinde uyuyor, o tahta sal öyle rahat görünüyor ki, salda ne yastık var ne de bir örtü, ama adamın rahat olduğu her halinden belli, uyurken gülümsüyor.
Uzunca bir süre her uyumaya gidişimde bende o adam gibi uyuyacağım bu gün derdim, hem de uyurken gülümseyeceğim.
Uykuya tam yeni dalmışsındır, bir ağlama… Uyu uyuyabilirsen, içinden homurdana homurdana bebeğin yatağının yanına gidersin. O anda birden herşey sihirli bir değnek sana dokunmuş gibi değişiverir. Bebeğin seni gördüğü an birden bire susar ve sana gülücükler atmaya başlar. Acıkmıştır, elleri yakana sarılır hemen, o kadar acelecidir ki. Önce koklaya öpe sarılırsın ona, biraz daha sakinleştirirsin. Sonra sıra hangi göğsünde ise onu karbonatlı su ile temizlersin ve bebeğini doyurmaya başlarsın. Hep en taze olan sütü içsin diye, bunu bile sıraya koymuşsundur.
Eli önce göğsünün üstündedir, çok acelecidir, bazen süt boğazına kaçacak diye korkarsın, her an tetiktesindir. Başın hep bebeğe doğru eğik olduğu için bir yandan da onun bocuk bocuk gözlerinin içine bakarsın, başını okşarsın. Yavaş yavaş sana gülücükler atar, ama karnını doyurmaya devam eder bir yandan da. Karnı biraz doyunca, elleri boynuna ve yüzüne çıkar. Avuçlarını yüzünde gezdirir, öpersin o melek kokulu elleri, parmakları, yüzünde hep bir gülümseme vardır, biraz önceki uykusuzluğun tamamen geçmiştir. Sonra bebeğin keyif zamanı başlar. Gecenin bir saatinde başlar saçlarınla oynamaya, hem çeker hem güler, ağzının kenarından sütler akar. Canın bazen acır ama umurunda değildir, çok güzel vakit geçiriyorsunuzdur. Artık bebeğinizin karnı doymuştur, oyun oynamak istemez. Eli elinize gider, parmaklarınıza sımsıkı sarılır, gülümseyerek melekler gibi uykuya dalar. Bu muhabbet yaklaşık yarım saat sürer, aslında uykusuzsunuzdur ama çok da mutlusunuzdur. Yatar yatmaz uykuya dalarsınız. Bir gece de en az üç kere uykunun en güzel yerinde uyanırsınız.
Sabah 06:30 olmuştur ve kurulu saat gibi bebeğiniz aynı şiddette ağlamaya başlar. Bu sefer bezini değiştirmeni ister. Değiştirirsin, tekrar doyurursun. Ama bebeğiniz artık uyanmıştır, en az üç saat uyumaz. Bütün anneler bilir ki, bebeklerin en güzel, en keyifli saatleri sabahın bu saatleridir. Uykusunu almış, bezi değişmiş, karnı doymuştur, artık oyun zamanı başlamıştır. Yatağınıza alırsınız, orada başlar kendince sesler çıkarmaya, güler, kahkahalar atar, bir senin yüzüne, bir babanın yüzüne dokunur, bazen yüzünüzü çırmalar. Başlarsın onunla oyun oynamaya, zaten biraz sonra kalkıp işe gideceksindir, en azından uykumu biraz açmış olurum diye düşünürsün.
Bebeğini bakıcısına bırakıp doğru işe koşturursun. Yapacak o kadar çok iş vardır ki, bütün gün koşturman gerekiyordur. Aynı işi yaptığın erkek arkadaşların eve gittiklerinde çok yoruldum, yemek hazır mı diye sofraya otururken, ayaklarını uzatmış televizyonunu izleyip çay içerken, eminim eşleri onların ne kadar yorgun olduklarını düşünüyordur ve hiç durmadan koşturuyorlardır.
Ama çalışan bir kadın ve anne olunca her şey değişiyor. Onca enerjinin nereden geldiğini bilmiyorsun bile. Eve gelir gelmez önce üzerini değiştirip, bebeğin ile en az yarım saat ilgilenir ve hemen yemek hazırlıklarına başlarsın. Bebek için ayrı, sizin için ayrıdır yemekler, her gün taze olmalıdır. Yemeğinizi yersiniz, bulaşıkları toplarsınız, çay demlenir, içilir. Bir sürü çamaşır vardır onlar makineye atılır, giyilecekler ayarlanır, bebeğinizi uyutursunuz, günlük yoğurdunuzu mayalarsınız, ancak o zaman biraz dinlenebilme fırsatı bulmuşsunuzdur. Bir saat kadar dinlenir dinlenmez saatin ikiye yaklaştığını fark edersiniz. Ve artık uyumanız, enerji toplamanız gerekmektedir.
Bu süreç üç yıl sürer. Ancak o zaman salda uyuyan adam gibi uyumaya başlayabilirsiniz. Fakat o reklam afişi artık aklınıza bile gelmez.
Bu üç yıl içinde hiç yemek pişirmesini bilmeyen bir anne bile en az 10 çeşit çorba yapmayı öğrenmiştir. Bir sürü ilginç yemek ve pasta yapabilmektedir.
Kısacası;
Çocukla beraber anne de büyür, onunla beraber her gün bir şeyler öğrenir.
Çocuğunuz yemek yemeye başlar yemek yapmayı, yürümeye başlar daha dikkatli ve düzenli olmayı, konuşmaya başlar düzgün konuşmayı, okula gider yeniden ders çalışmayı, ergenliğe girer onunla daha çok ve farklı şeyler paylaşmayı öğrenir. Gerçek ve karşılıksız sevgiyi öğrenir. Hoşgörüyü, küçük şeylerden mutlu olmayı, herkesin hata yapabileceğini, anlayışlı olmayı, sonsuz sabırlı olmayı, gülümsemenin hiç de zor olmadığını, fedakarlığı, korumacılığı, mücadeleyi, dayanmayı, güçlü olmayı öğrenir. En başta hayatı öğrenir.
Artık eskisi kadar dik değildir. Yüz ifadesinde sevgi, gözlerinde gülümseme vardır.
Bir kadın anne olduğu zaman, gerçek bir kadın olur.
En az üç yıl süren bir sıkı eğitimden sonra tüm gücünü toplamıştır.
Artık o bir savaşçıdır, kendi gücünü görmüş ve kendini aşmıştır.
Yumuşak gülümsemesine ve gülen gözlerine sakın aldanmayın, artık ne kendini ne de çocuklarını hiç kimseye ezdirmez, buna da gücü vardır zaten, bilir.
Hep sevgiyle kalın…
Sevebilme gücünüzü hiç kaybetmeyin....